
—Bu ne ya böyle? Beğenmedim. Ne biçim bir film bu? Film olduğunu anlamıyorsun ki. Cem Yılmaz stand-up yazmış resmen, diğerlerine de onu oynatmış. Stand up izlemek isteseydim, gösterisine giderdim zaten ben. He çok komik bir stand-up ama film değil bence.
Cem Yılmaz her anı olmasa da yine de çok esprili, gayet komik bir film çekseydi.
—Bu ne böyle? Beğenmedim. Ne biçim bir film bu? Stand up ile komedi filmi arasında kalmış direk. Esprileri de yalnız çok ucuzdu ne gerek var bu kadarına/esprileri de çok inceydi yalnız ne gerek var bu kadarına... Karakterler tam oturmamış bile, keşke bunun stand up'ını yapsaymış. Evde dvdsini alırdık, ama sinemaya gidince insan biraz da sinemasal bişeyler görmek istiyor. Beyazperde bu. Yedinci sanat dalı.
Cem Yılmaz komedi filmi olan ama daha çok durum komedisi üzerine yoğunlaşan, yani olayların geneline gülebileceğiniz ama direk kahkaha moduna girmeyen film çekse, bu filmde de yer yer espriler olsa...
—Bu ne yahu böyle? Beğenmedim. Ne biçim bir film bu? Ben Cem Yılmaz diye girdim abi. Yoksa bu tarz bi film izleyecek olsam ne geleyim buraya. Bol bol gülüp stresten uzaklaşıcam, kafamı boşaltıcam diye geldim ben. Hayalkırıklığına uğrattı beni Cem Yılmaz. Cmylmz hah! Ulan o kadar konuşuyorduk önceden gülücez eğlenicez diye. Bu ne böyle? Doğru düzgün gülmedim bile. Kalıbının adamı değilmişsin Cem Yılmaz Efendi! Olmamış ya kötüydü, bir daha yapmasın böyle birşey.
Cem Yılmaz komedi filmi dışında ne çekse...
—Bu ne lan böyle? Beğenmedim. Ne biçim bir film bu? Tamam film vizyona girmedi fragmanını seyrediyorum henüz!! Ama olmaz ki abi, Cem Yılmaz komedi çeksin ne işi olur böyle şeylerle. Dram yapan dram çeksin, komedyen de komedi çeksin. Bu iş bu kadar basit abi. Ne anlamışsın sen dramdan. Bırak bu işleri!
İşte filmleri sadece film olarak izlemeyen, kendi hayatlarında ihtiyaç duydukları şeylerin tam karşılığını iki saatlik Cem Yılmaz filmine yükleyen insanların bu tarz ezberlenmiş, şartlanmış eleştirileri dile getirmeleri gayet doğal. Tek bir sinema biletine hayatının anlık/dönemlik eksikliklerini kapatacak bir sihirmiş gibi bakıyor, akıllarından geçen, arzu ettikleri şey neyse onu görmek istiyorlar... Sonrasında ise istediklerinin, hayal ettiklerinin, kendi kafalarında çektikleri Cem Yılmaz filmi imgesinin tıpatıp aynısını bulamayınca da hemen eleştirmeye başlıyorlar, hem de bu tarz kalıplarla. Bunun kendi içerisinde değerlendirilmesi gereken bir film olduğu, yalnızca bir kişiye, kendilerine çekilmediği, dört küsur milyon insanı tek tek ve aynı anda memnun edilemeyeceği de meydanda. Üstelik bir de buna art niyet, samimiyetsizlik girince, 'meyve veren ağacı taşlama arzusu' da eklenince üstte yazdığım türden sonuçların nedenlerini anlamak güç olmamaya başlıyor. Aynı şekilde istediği şeyi bulamayan yahut filmi başarısız bulan, buna rağmen filmin olumlu yanlarını, iyi taraflarını objektif bir biçimde söyleyebilen insan sayısı da son derece az.Velhasıl ben filmi gayet önyargısız, tasasız ve mutlu bir biçimde izledim ve Cem Yılmaz'ın A.R.O.G.'unu sevdim. Çok da güldüm, eğlendim. Son derece hoşnut kalarak salondan ayrıldım. Hayat devam ediyordu işte. Tıpkı olması gerektiği gibi, tıpkı bunun yalnızca bir film olduğunu hatırlamak gibi...


Bu sıkıcı ve didaktik giriş bir bakıma iyi oldu aslında. Ola ki James Whale versiyonunu yazarım, akabinde de buraya refere ederim. Sonra da gelsin chip paralar, bonuslar, bedava uçuş milleri! Ve ver elini Roma, Floransa, Paris, Texas... Ama eminim yolum Transilvanya'ya düşmez. Frankenstein'ın memleketidir. Aslında filmdeki Frankenstein'ın torunu, geçmişini reddeden ve kendini Fronkonstein olarak adlandıran doktor da oraya gitmemeye kararlıdır. Ancak vasiyet üzerine 'kendini orada bulur'. Hem maddi, hem de manevi anlamda gerçekleşir bu. Özünü bulmuş ve kendini artık bir Frankenstein olarak tanımlaya başlamıştır çünkü.
Frankenstein karakterini oynayan ve senaryoya da katkıda bulunan Gene Wilder, yönetmen Mel Brooks'la birlikte iyi iş çıkarmış. Kaba güldürü formunda ilerlese de film, yine de eğlendirmeyi başarıyor. Yardımcı rollerde başta Igor'u oynayan Marty Feldman ve yaratılan canavarda Peter Boyle filmi sırtlarken; castta yer alan 'iri göğüslü hatunlarla' korku filmi klişelerinin parodisi yapılmış, ancak ucuz seks komedisine de kayılmıştır. Açıkçası benim için çok da sorun değil hani. Sözün özü Young Frankenstein çerez bir film, lezzetli denilebilir ve içecekle iyi gidebilir. Son olarak da bu film, bana kalırsa 1975 tarihli kült yapım The Rocky Horror Picture Show'u derinden etkilemiş. Öyle ki o filmde yer alan birçok öğe, bu filmde var zaten. Bu yüzden de buradan sesleniyorum; Rocky Horror sen haksızsın(terbiyemi bozamayacağım:), seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım. 



Evvela filmde WALL-E ve Eve'in aşkı büyük yer tutuyor. WALL-E; iyi, hassas, romantik harbi can bir insan(robot daha doğrusu). Eve ise ülkemizdeki kavruk gençler tarafından, ''onun gibi bir sevgilim olsun, yüz milyar borcum olsun'' tarzı laflara maruz kalabilecek piyasası olan bir bayan. İkisi arasında filizlenen bir aşk hikayesi, 'bir demet yasemen' kabilinden tohum ve bir anda filmin seyrinin değişmesi... Bu noktadan sonra, uzaydaki atraksiyonlarla çeşitli klişeler arka arkaya akıyor. Filmin gidişatını ise tahmin edebiliyorsunuz. Ancak bu aldığınız zevke hiç de halel getirmiyor, aksine 'bu bilgi gerçek hayatta işimize yarıyor' ve film izlenirken o güven duygusuyla daha çok keyif almaya başlanıyor.




Woody Allen'ın henüz 70'lerin başında çektiği film, daha başından Allen'ın Chaplinesque'leriyle biraz sıkıyor. Hikayedeki devrimcilik soslu kurgu da, yönetmenin aslında çok daha komik ilk dönem filmlerinden biri olan Bananas/Muz Cumhuriyeti'ni andırıyor. Ancak yine de Keaton-Allen ikilisinin uyumu, futuristik yapısındaki bazı enstantaneler ve esprilerle film vasatı yakalamış. Özellikle de ''beynim benim en favori ikinci organımdır'' gibi yaran repliklerle... Ama filmin en parlak yanı, kuşkusuz ki Diane Keaton. Her zamanki gibi belli düzeyin üzerinde bir performans göstermiş göstermesine, ama asıl parıldayan yönü, kendisinden beklenmeyecek denli 'ilik gibi' görüntüsü. Yine de çok yüklenmeyelim filme. Woody Allen'ın ilk dönem filmlerinden biri, fena da vakit geçirmiyor ve çabuk bitiyor! Açıkçasını da söylemek gerekirse; Sleeper/Uykucu boş vakit filmi, çok boş vakit filmi... 

Bir kere filmin mesajı hiç de net değil. Elbette 'savaşa hayır' diyor(der gibi en azından) ama bu çok da vurgulu değil. Ben de Oliver Stone'un Born On The Fourth of July/Doğum Günü 4 Temmuz'da yaptığı gibi abartılı ve didaktik bir tavır takınmayı hoş bulmuyorum. Ama bu denli büyük bir kadro, bütçe ve süre elindeyken; amacının ne olduğu, neyi vurgulamak, neyi anlatmak istediğin bu kadar muğlak olmamalı. Kaldı ki, bir şey de söylemiyor bence film. 'Söyler gibi yapıyor' sadece. Hani playback yapan şarkıcının, şarkısını senkronize söylemesi gibi... Filmin final bölümündeki paganik yaklaşımın ve o hikayenin de havada kaldığını düşünüyorum açıkçası. Bu bölümde, Marlon Brando sahnelerini hakikaten efsanevi oynamış. Dennis Hopper da bu kısımda başarılı. Filmin başrol oyuncusu Martin Sheen'den hayatının performansı gelmiş. Robert Duvall, Harrison Ford, Laurence Fishburn gibi aktörler de, nispeten genç halleriyle üzerlerine düşeni yapmışlar.
Film Joseph Conrad'ın Heart of Darkness adlı kitabından uyarlama. Filmin yönetmeni Francis Ford Copolla'nın görkemli sinema kariyerinde çok müthiş işler var, ama bu film onlardan biri olamıyor ne yazık ki. Bu filmi büyük beklentiyle izlememin, yaşadığım hayalkırıklığıyla da pek alakası yok. Sinema tarihinin en abartılmış filmlerinden biridir kanımca Apocalypse Now/Kıyamet. 



Murathan Mungan'ın ilk romanı Yüksek Topuklar'ın piyasaya çıktığı zamanı hatırlıyorum. Büyük bir heyecan vardı etrafta; kitap daha çıkmadan tanıtım geceleri, okuma günleri düzenleniyor, Mungan kitabın içerisinden sevdiği pasajları izleyicilerle paylaşıyor, yayınevi de geniş çaplı bir promosyon kampanyası düzenliyordu. Başarılarla geçen tüm bir yazarlık kariyerinin olgunlaşma sürecinde, bu ilk romanı ben de o sıra peşin bir heyecan ve hevesle okumuştum. Kısa sürede bitmişti kitap, akıcı bir dille yazıldığını da söyleyebilirim o yüzden. Ancak açıkçası oldukça büyük bir hayal kırıklığıydı. Emeğe saygı diye düşünmesem, 500 küsur sayfalık bir kağıt israfı olarak bile nitelendirebilirdim. Bunu neden söylediğimin açılımı, başka bir postun konusu olabilir. Zira Murathan Mungan'ın o görkemli yazarlık kariyerindeki düşük profil işlerden biri olması da dikkat çekici. Bunu da sırf eleştirmek için yazmıyorum; Mungan'ın fazla ön plana çıkmayan, önemsemediği yahut üzerinde durmadan yazdığı bazı şiirlerin etkisi, kalitesi ve gücü bile bu romanı kanımca aşabiliyor. Konumuza dönelim; çünkü postun asıl konusu bir başka Yüksek Topuklar. Pedro Almodovar'ın 1991 yapımı Tacones Lejanos/Yüksek Topuklar adlı filmi.














