26 Şubat 2009 Perşembe

25 Şubat 2009 Çarşamba

Buffalo '66: Moon Children


Amerikan banliyölerinde mutsuz bir çocukluk dönemi, ilgisiz, sevgisiz 'white trash' bir ana-baba, 'yıkılası mapushane' günleri ve tüm bunların sonucunda psikopata bağlamış bir genç adam. Yine de Vincent Gallo, filmdeki karakteriyle fena halde megalomani sınırlarını zorluyor! Başroldeki hatun kişi, 'çirkin ama seksi' Christina Ricci'nin ağzından, sürekli kendisine 'dünyanın en yakışıklı erkeği', 'çok zeki biri', 'on parmağında on marifet' affedersiniz ama 'utanmasam şuracıkta yalarım' deniliyor. Hakeza otel bulma meselesi, kızın kendisiyle ilişkiye girme isteği vb. hep bu tavrı destekler nitelikte. Bu yaklaşımının bahanesini sarkazm yahut sorunlu çocukluk olarak aktaracaksa yemedik Gallo Efendi! Yine de beni bozmadı, gayet iyi bir film olmuş çünkü. Hem yazmış, hem başrolde oynamış, hem yönetmiş, hem de müzikleri düzenlemiş Vincent Gallo! Övünmek biraz da onun hakkı sanırım. Küçük ama işlevli ve son derece etkileyici bir film velhasıl Buffalo '66.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Fiyasko!


Rezalet, tam bir rezalet. İnsan içine çıkacak halim, ödül üzerine yazacak yüzüm yok. Hani Shakespeare'in şemsiyeciye söylediğini kendime de uyarlayabilirim artık; 'Sen en iyisi film yaz, hep film yaz, sadece film yaz'. Gülüyorum ya resmen. Hiç bu kadar ters köşe olmamıştım Oscar törenlerinde. İbret-i alem olsun diye noktasına virgülüne dokunmadan, son yazdığım tahmin postunu bırakıyorum. İçeriye gidip ağlayacağım: ) Skibbe de kovulmuş. Neyse vazgeçtim o yüzden. Resim arasından sonra nedeninine, nasılına geliyorum.


Slumdog Millionaire, belli ki çok sevildi. Teknik dallarda aldığı kurgu gibi ödüllere birşey demiyorum. Ama yönetmen dalında David Fincher alsaydı bence. Danny Boyle, Trainspotting'den sonra ne yaptı? Son derece vasat işler ve bir Superman felaketi... Zaten törende de şabalak gibi hareket edip ayar etti beni, paso da onu gösterdiler, işareti de çaktılar. Yönetmen Oscar'ına açıkçası salt filme değil, yönetmenlik kariyerinin ödüllendirilmesi kapsamında bakıyorum biraz da. Bu noktada da, hemen hemen her filmi bir 'modern klasik' olarak görülebilecek Fincher'in almasını tercih ederdim.


En iyi film müziği ödülü zaten A.R.Rahman'ın hakkıydı ama şarkı da nereden çıktı allahaşkına? Peter Gabriel Üstadın Wall-E'nin sonunda çalan, Down To Earth'ü dururken ne alaka yani? Üstelik burada gayet şaibe de gördüm. Federasyona çemkirip, barkovizyon gösterisi yapsam yeridir. Sonuçlar açıklandığında Hindu ekip zaten sahneyi ele geçirmişti! Sahne üzerinde onlar dururken, ödül açıklanıyor. Vay bana, vaylar bana... Onun dışında uyarlama senaryo da söylenenlere göre, içerisindeki ustalık bakımından The Curious Case Of Benjamin Button'a gitmeliydi ama böyle oldu. Orjinal senaryo da ise Milk favoriydi aslında. Ancak sürpriz gelir diye İn Bruges'e oynadım. Hakeza yardımcı kadın oyuncuda da favori Penelope Cruz'du ancak her daim yardımcı oyuncularda sürpriz geliyor; Amerikalılar da hem karakteri çok sevmişlerdir, hem de Benjamin Button başarılı olabileceğinden onun başarısıyla birlikte o da taçlandırılır diye plase Taraji P. Henson dedim. Burada girdiğim bir iddia sonucu da yemek kaybettim. Yine de bu kategorilere bir itirazım yok.

En iyi erkek oyuncuda Mickey Rourke'a üzüldüm açıkçası. Milk'i daha izlemediğimden ödülü alan Sean Penn'in performansına dair yorum yapamam ama yine de Rourke 'hayvani bir performans' göstermişti. Milk için gay lobisinin etkileri bariz tabi... Üzüldüğüm nokta ise; Sean Penn bu ödülü daha çok alır, yönetmen dalında bile alabilir. Ancak Mickey Rourke bir daha bu kadar yaklaşabilir mi bilemiyorum. Yine de ona hakkını teslim ettiler. Brad Pitt'in ona bir bakışı vardı ki 'koçum benim' dedim. Sean Penn'se 'kardeşim' diyerek zikretti onun ismini sahnede. Kıyak işti doğrusu! Kadın oyuncuda da nihayet Kate Winslet aldı. 'Orgazmdan daha zevkli anlar' yaşadı diyebilirim. Çoktan haketmişti. Yakışır.

Diğer kategoriler zaten beklendiği gibi geçti diyecekken, en iyi yabancı film dalında ödül alamayan Vals Im Bashir geldi aklıma. Ünlü bir özdeyişi devralıyorum; 'küfür ettireceksiniz bana şimdi'. Onun dışında en iyi film Slumdog Millionaire ve en iyi animasyon Wall-E olarak belliydi. Buralarda yanılmadım. O kadar da olsun diyeyim. En başarılı tahminim ise Hugh Jackman'ın 'aslanlar gibi' bir sunum yapacağını söylememdi. Onu da zaten başka bir siteye yazmıştım! Neyse ki şahane bir gösteri sundu bize. Genel anlamda da, ödül töreninde bu sene çok daha başarılı bir organizasyon vardı. Geçtiğimiz senelerdeki gibi hiç de bayık geçmedi, aksine oldukça akıcı ve seriydi. Özellikle dekor ve gösteriler müthişti. Rahmetli Oğuz Aral'ın veciz sözü gibi 'gereksiz taramalardan kaçınmıştı' organizasyon ve başarının sırrı biraz da buydu. Her yönüyle güzel bir geceydi işte. Velhasıl-ı kelam tipik Türk işi bir söylemle; 'yapanın ellerine sağlık, düzenleyenden Allah razı olsun'.

22 Şubat 2009 Pazar

And The Oscar Goes To...


Oscar'a saatler kaldı. Hevesli bekleyiş devam ediyor, heyecansa dorukta! (Dorukta değil elbet de maksat atraksiyon olsun) Oscar gecesini ve ödül dağılımını sonra uzun uzun yorumlayacağım. Açıkçası öne çıkan filmlerden sadece The Wrestler ve The Curious Case Of Benjamin Button'ı izlesem de tahminlerimi yazmak isterim. İçimden başka şeyler geçiyor aslında ama tahmindir bu patlayabilir tabi. Yine de iddialıyım. Bahis oynayanlara yekten bir tavsiye; 'tutacak bu kupon, tutacak'!

En İyi Film: Slumdog Millionaire / Milyoner
En İyi Yönetmen: David Fincher / The Curious Case Of Benjamin Button / Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi
En İyi Erkek Oyuncu: Mickey Rourke / The Wrestler / Şampiyon
En İyi Kadın Oyuncu: Kate Winslet / The Reader / Okuyucu
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Heath Ledger / The Dark Knight / Kara Şövalye
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Taraji P. Henson / The Curious Case Of Benjamin Button / Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi
En İyi Uyarlama Senaryo: The Curious Case Of Benjamin Button / Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi
En İyi Senaryo: İn Bruges /Bruj'da
En İyi Şarkı: Wall-E
En İyi Animasyon: Wall-E
Yabancı Dilde En İyi Film: Vals Im Bashir / Beşir'le Vals

20 Şubat 2009 Cuma

Sweeney Todd: Tim Burton vs. Nigde Gazozu


Geçen sene izlemiştim Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street/Fleet Sokağının Şeytan Berberi filmini. Emek Sineması'nda, son derece keyifli bir geceydi. Şahane bir tadı olan, alemin kral tadı Niğde Gazozu'nu içerekten seyre daldım. Uzun zaman beklediğim, adeta 'yollarını gözlediğim' film açıkçası pek de tatmin etmemişti beni. Hatta evde izleseydim çok daha ağır ve sert konuşurdum belki. Ama 'hafif müzik' dinleyip, hafif meşrep kaldım bu filme karşı. Yine de bazı şeyleri söylemek gerek. Tim Burton-Johnny Depp-Helena Bonham Carter troykası bu filmde kara saplanmış bence. Troyka ritmini bulamayıp, kendi dengesinde ve süratinde ilerleyemediği için mecburen karda yürümeyi denemişler. Aslında seri de hareket etmişler. Aralarındaki uyumda da hiçbir sorun yok ama bu yöntemle başarı yolunda fazla ilerleyemez, çok da yol alamazlardı. Öyle de olmuş zaten. 'Başarının yolları taştan' nitekim...


Müzikal nitelik anlamında hakikaten son derece başarısız bir film maalesef ki. Şarkı sözleri, o koyu Brit aksan ve melodik yapı hiç hoş durmamış. Bu tür filmler akabinde insan internete girip, soundtrack albümünü indirmek ya da içinden şarkı seçerek dinlemek ister. Ama bu filmin müzikal yönü kulağımı tırmaladı sadece. Bir de şunu fark ettim içten içe; Tim Burton sanki film çekme derdinden çok, gotik ve emolara oynuyor, onları sömürmeye çalışıyor. ''Tövbe de evladım'' diyorum bu noktada kendime ve eleştiri anlamında sertleşmeden bırakıyorum. Tipim değildi pek, bir dahaki sefere.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Gake No Ue No Ponyo: Küçük Deniz Kazası


Filmi izleyeli epey oluyor. O yüzden aklımda filmle ilgili çok da ayrıntı kalmadı açıkçası. Sadece o düşsel dünya, karakterler ve filmin müthiş iyilikperver yanı kaldı. Ponyo, Sousake ve yüce annesi, prenses, 'ihtiyar heyeti' hepsi de şeker şurup karakterler... Ya hikayesi? Hikayesi olduğuna zaten pek inanmıyorum. Zaman zaman 'doldur boşalt'a bile kaymış yönetmen. Tercih elbette, yine de içinde neredeyse hiç kötüye yaklaşan karakteri olmayan bir film Gake No Ue No Ponyo/Küçük Deniz Kızı Ponyo. Bu yönüyle masallardan bile daha 'light'. Hayao Miyazaki'nin başyapıtları arasındaysa sayılamaz. Yine de izlenebilir elbet. 0-12 yaşsa kesin.

17 Şubat 2009 Salı

Höstsonaten: Mazi Kalbimde Bir Yaradır


''Dünyanın bütün sabahları bir daha geri gelmez. Yıllar bir bir geride kaldı.'' Pascal Quignard filme de uyarlanmış ünlü romanı Tous Les Matins Du Monde/Dünyanın Bütün Sabahları'nda geçer bu söz. Bu filme de yaraşır bir söz ki, anne ve kız arasındaki kayıp yılların hesaplaşmasını anlatan muhteşem bir filmdir Höstsonaten/Güz Sonatı. Ancak tamamına yakını kapalı mekanda geçmesine rağmen, hiç de sıkıcı yahut klostrofobik değildir. İngmar Bergman'ın o görkemli sinema kariyerinde kuytuda kalan bir başyapıt olmakla birlikte; İngrid Bergman ve Liv Ullman adeta birer oyunculuk destanı yazarlar. Filmde de geçer; Chopin aşırı duyguludur ama duygusal değildir. Bu filmi de böyle tanımlamak lazım aslında. Metin sorularında tanımdan sonra, ikinci soru filmin özetini çıkarmak imiş. Çok sevdiğim Barış Manço'dan gelsin öyleyse;

Beyhude Geçti Yıllar
Silindi Hatıralar
Geriye Kalan Bir Avuç Yalan
Hüzün Dolu Geceler
Buğulu Pencereler
İşte Hepsi Bu
Senden Kalan.

16 Şubat 2009 Pazartesi

15 Şubat 2009 Pazar

Fa Yeung Nin Wa: Aşkın Uyanışı, Ayrılıksa Ateşten Bir Ok


Bir film yapıyorsunuz. Dünyanın dört bir köşesinden insan yaklaşık iki saatlik vaktini size ayırıyor, bunun için para da harcıyor ve yaptığınız filmi izliyor. O iki saatte ekrana bakmak için pek çok şeyi feda ediyor belki, ama yerine sizin eserinizi izlemeyi tercih ediyor. Gülmek, keyif almak, kafa dağıtmak, öğrenmek, iğrenmek, ürpermek, sanatsal estetikten nasibini almak vs. hangi amaçla olursa olsun, adını ne koyarsanız koyun onu almaya bakıyor ve o filmle ilgili isteklerini, filmin gerçekleştirmesini bekleyerek tatmin olmaya bakıyor. Daha veciz bir şekilde ifade edelim. Orhan Pamuk'un başyapıtı Kara Kitap'ta yaklaşık olarak denildiği üzere: ''İnsanlar sadece bir sinema bileti değil, bir hayali satın alıyor aslında''. İşte 'sinemanın büyüsü' mevzusu da biraz da bununla alakalı bir şey. Parlak ışıkların, güzel kadınların, adamların, insanı bir yerden yakalayan muhteşem hikayelerin, karelerin o büyüleyici tavırla insana ulaşması...


Üstte yazdığım sinemayla alakalı genel-geçer bir kaide olarak pek çok filme uyarlanabilir; ama bu film sadece kaide ekseninde değil, hissiyat düzeyinde de bunu hissettiriyor. Bu noktada şunu ifade etmek isterim. Aşk duygusunun büyük stüdyolarca tekele alınıp ticaretinin yapıldığı, piyasadaki ünlü kadın ve erkek oyuncuların bir kombinasyon mantığıyla bu çarkın içerisine dahil edilip senaryoların da bu cast üzerinden yazıldığı bir ortamda Asya'dan çıkarak, Hollywood'un ezberini bozan ve bir yanağına tokat atılsa, öbür yanağını uzatacak denli pasif, mıymıntı Fransız filmlerine silkinmek için yol gösteren, olanca samimiyeti, hassasiyeti ve o büyüleyici duygusuyla kanımca sinema tarihinin en iyi aşk filmlerinden biri olmayı başarıyor Fa Yeung Nin Wa/Aşk Zamanı.


Her şeyden evvel estetik yönü çok kuvvetli bir film. Görsel anlamda fotoğrafik karelerinin, sinematografisinin, kostümlerinin, tekrarlarının ve ağır çekimlerinin filmin yönetmen koltuğundaki Wong Kar Wai'ye haklı bir ün kazandırdığını ve bu övgünün bir kısmının da Christopher Doyle hanesine gitmesi gerektiğini eklemek gerekir. Zira yönetmenlik anlamında Mike Nichols'ın The Graduate/Mezuniyet filminden beri bu kadar keskin ve heyecan uyandıracak özgünlükte bir performans görmemiştim açıkçası. Ayrıca senaryo da Wong Kar Wai'ye ait olduğundan, filmin dikiş yerlerindeki söküklerin çekim sayesinde sıfıra yakınsadığını gözlemlemek mümkün olabiliyor.


Filmin başarısının temeli ise, tüketim kültürünün her şeyi aşk, ayrılık, komedi, romantik komedi gibi türlerle kategorize ettiği bir dönemde; kadın-erkek ilişkilerine dair bu kadar çok şey söyleyip, söylediği şeyleri hiç de tumturaklı bir vaiz edasında aksettirmemesinden kaynaklanıyor. Velhasıl film 'on numara' ama bu durum, bu yazının başarısına birebir etki etmediğini düşünüyorum yine de. Upuzun cümleler beni bile yordu. Oysa ki daha tema müziğiyle ilgili bir şey demedim, kral adam Nat King Cole'den bahsetmedim. Ama çekingenlik yapmayacaktır büyük sanatçı, kendisini kibarca tanıtacaktır ve büyüleyici yorumları tıpkı film gibi akıldan çıkmayacaktır. Çıkar yine de belki; bir ağaç kovuğuna anlatıp, üstünü otla tıkarsak...

14 Şubat 2009 Cumartesi

8 Şubat 2009 Pazar

Dr. Strangelove: Elbet Bir Gün Buluşacağız

Stanley Kubrick, ilk kez bir filmiyle bloğuma konuk oluyor. Onu iyi ağırlamak, boynumun bir borcu. Zira sinema zevkimin gelişmesinde en önemli rehberlerden biriydi kendisi. Bilmediği yer, girmediği ortam yoktu. Harbi yönetmendi. Savaş, bilim kurgu, komedi, korku ne aranırsa vardı ve tamamına yakını da klasik mertebesine erişmişti. Kabul etmek gerek, Kubrick bir sinema dahisi. Ama bunun da ötesine geçen şey, 'iyi film' çerçevesinde tüm dünyada en çabuk ulaşılan, en önce izlenen bir tanınırlığa sahip olması. Sinemayla pek ilgilenmeyen biri bile Kubrick'i rahatlıkla bilebilir. Yahut sinema mevzusunda derinleşmek istiyorum diyenin ilk tercih edeceği duraklardan olabilir. Stanley Kubrick'in yeteneği biraz da bununla ilintili işte; yalnızca sinemaya farklı bir soluk kazandırmıyor, aynı zamanda çok fazla insana ulaşıp, onlara biraz daha kalite katarak sinemayı da yüceltiyor. Bu noktadan sonra da artık övgüyü kesmek gerek. Zira iyice ''aslansın kaplansın'' moduna gelmiş durumdayım.

Filme geçelim. Adı güzel, kendi güzel filmimize... Dr. Strangelove Or: How I Learned to Stop Worrying And Love the Bomb/Dr. Garipaşk: Endişelenmeyi Bırakıp, Bombayı Sevmeyi Nasıl Öğrendim. Savaş karşıtı bir komedi olmakla birlikte, M.A.S.H/Cephede Eğlence türü farsa kayan bir niteliğe sahip değil film. Aksine son derece zekice diyalogları, güldürü formundan ziyade durum komedisine eğilen yapısı ile 'güldürürken düşündüren', sonra da güldürürken güldüren bir klasik. Ayrıca gündelik hayata, sanat dünyasına, uzay yoluna vb. geçmiş bir sürü repliği de var. Ama bunları filmden ayırıp yazmak, pek de doğru değil. Zira mevzu içerisinde gelişen, yapıntı durmayan sözlerdir bunlar. Desem ve bir kısmını aklıma getirsem de, hangileriydi diye internetten bakmaya üşenilen dolayısıyla böyle katakulliye getirilmeye çalışan sözlerdir açıkçası. Üçüncü paragraf gayet sıkıcı ve entel olacak. İlgilenmek istemeyenlerle son paragrafta buluşalım.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra siyasal konjonktür, çift kutuplu bir dünya düzenine dönüştü. Batı felsefesinin, kapitalist mantalitenin hamiliğini üstlenen Amerika ile Doğu Bloku olarak adlandırılacak, kendini dünyanın geri kalanından mümkün mertebe tecrit etmeye gayret eden, komünizm doğrultusundaki sistemlerle yönetilen Rusya önderliğindeki ülkeler diyebiliriz bu kutuplara kısaca, tespitin gözünü yara yara. Yaygın tabirle Soğuk Savaş adı verilen bu dönemde silahlanma eksenli amansız bir rekabet vardı. Bununla birlikte; yakın geçmişteki İkinci Dünya Savaşı'na benzer bir savaşın patlak vermesi, Japonya'ya atom bombaları atılması gibi nükleer tehlikelerin benzerlerinin yaşanması ihtimali insanlarda derin bir endişeye ve korkuya neden oluyordu. Filmin arka planı işte bu şekilde, hikayesini de dönemin bu gerçekliğinden hareketle kuruyor.


Yalnızca yönetmen eksenli bakmamak da lazım Dr. Strangelove'a. Bu film aynı zamanda bir oyunculuk ziyafeti... Başrolde Peter Sellers üç farklı karakterde adeta çılgın atıyor. George C. Scott yardımcı oyuncu performansıyla alkışı hak ediyor, olabilecek en fantastik karakterlerden birinde, bomba üstündeki redneck kovboy Major Kong rolüyle Slim Pickens de ustalardan rol çalıyor. Başlığın sebebini ise filmin sonu söylüyor. Böylelikle Stanley Kubrick-Peter Sellers ortaklığıyla da muhteşem bir sinema klasiğine imza atılmış olunuyor.

6 Şubat 2009 Cuma

The Day The Earth Stood Still: Gezegenlerden Tükürdüm Dünyaya


Bu film hakkında yazarken, ''devrin şartlarına göre'' tabirini bir kağıda yazıp duvara asmak gerek. Ara sıra bakılır, dikkat edilir, feyz alınır; ama sonra sıkmaya başlar, kağıt duvardan indirilir, bir kenara konulur. Yırtıp atmaya hacet yok çünkü bu film için yine de önemli o kağıt. Karmaşık oldu, elimi açık edeyim. 1955 yapımı bir film The Day The Earth Stood Still/Dünyanın Durduğu Gün, eskilerden bir klasik. O dönemde ne bilgisayar var, ne de gelişkin bir kurgu teknolojisi. Dolayısıyla ''devrin şartlarına göre'' izlendikçe takdir edilesi yönü hayli fazla. Ancak bu durum filmin didaktikliğinin, propagandist içeriğinin zaman zaman sıkıcı gelmesine engel olamıyor. Bayıyor bir noktadan sonra. Bilim kurgu tarihi için çok önemli bir yapıt, kabul ama şu an için çok da keyif vermiyor kanımca. Yeni versiyonu da çekildi yakın dönem içerisinde. Bayinizden ısrarla istemeyiniz.

1 Şubat 2009 Pazar

İl Portiere Di Notte: ''Faforim Değil''


Bu film kapağı kadar güzel olsa, şahane bir başyapıt çıkabilirdi ortaya. Zira filmin en dokunaklı sahnesiydi; şiddete maruz kalan tutsak kızın Nazi karargahında yarı çıplak bir halde eğer kendim için birşey isteyebilseydim adındaki şarkıyı söylemesi... Aslında yine bir başyapıt tabi, İtalyan yönetmen Lillana Cavani'nin kendi başyapıtı. Yine de bilemiyorum. Bu filmin çok iyi bir eser olduğunu iddia edene içimden az çok karşı çıksam da, dışımdan pek itiraz etmem. En iyi filmlerden biri olduğunu iddia edene ise elbet bıyık altından gülerim. Bıyığım yok ama sırf bunun için bırakırım, evet. Baştan sona amiyane tabirle büyük bir 'entellik kumkuması' olarak süregiden bir film İl Portiere Di Notte/Gece Bekçisi. Bitmek bilmez klasik müzikler, somutlaştırılmayan acılar, sancılar yeter dedirtiyor. Ayrıca filmin flashbacklerle kıyısından gösterdiği karanlık geçmiş daha çok anlatılsa; nedeni, nasılı sorgulansa film çok daha güzel olabilirmiş. Bu fırsat ıskalanmış gibi geldi bana. Başroldeki ikili ise filmi taşıyan asıl faktör: Dirk Bogarde ve Charlotte Rampling başarıyla oynamışlar. Bitirelim. Son sözü de Yemekteyiz efsanesi Hasan Bey lugatıyla ifade edelim; ''Saygı duydum ama yine de faforim değil. Doğru mudur? Doğrudur. Arz ederim.''