24 Mayıs 2009 Pazar

Week End: Bu Ne Biçim Hikaye Böyle? Hasta Mısın Nesin Bana Söyle?

Fransızca sözlüğü açtım ve sıkıcı kelimesine baktım. Ennuyeux başta olmak üzere bir sürü sözcük yazıyordu. Hayret ki ne hayret! Ben olsam oysa şöyle tanımlardım; ''1967 yılında Jean-Luc Godard'ın Week End/Hafta Sonu ismiyle çektiği film.'' Bu filmi izlerken ne acılar çektim bir ben bilirim. Mecazen; öldüm öldüm, dirildim. Resmen; sinema değil vaaz izledim. Müteakiben ise cuma namazına gitsem çok daha eğlenceli olurdu eminim. Totem ve Tabu, Lewis Carrol-Emily Bronte, Napoleon ve yüzlerce gönderme var ama alayına isyan, inadına sıkıcı. Ve böylesine ayar olduğum bir filmden daha da uzun bahsetmek doğama aykırı.

12 Mayıs 2009 Salı

The Wrestler: Gönüllerin Şampiyonu


2004 yılında Bill Murray, Lost In Translation/Bir Konuşabilse ile Oscar ödülüne aday gösterilirken, içteki ses Murray'ın ödülü mıncıklamasını diliyordu. Çünkü onun leziz kariyerinin Akademi'yle kesiştiği ilk sahneydi bu. Ödüle ilk kez aday gösteriliyordu, üstelik ödülün favorilerindendi. Ancak o yıl artık bahtına The Lord Of The Rings/Yüzüklerin Efendisi'nin sonlanması hasebiyle Akademi kendisini seriyi koruma ve güzelleştirme derneği gibi hissetmiş, Peter Jackson ve saz heyetine aday oldukları her dalda toplam 13 dalda ödül vererek 'dallı budaklı meşe odununu' haketmişti.


Yılın esaslı filmi Clint Amca'nın The Mystic River/Gizemli Nehir'ine ise ayıp olmasın diye, oyuncu ödülleri verildi. Tam bir peşkeş mantalitesiyle dağıtılan ödüller sonucunda Sean Penn ve Tim Robbins de oscarlandı. Aslında iki oyuncu da performanslarıyla Oscar'ı sonuna dek hakediyordu. Ancak Bill Murray, biraz da dış mihrakların etkisiyle 'kader kurbanı' oldu ve Sean Penn'e tosladı. Aslında bu noktada başka bir hikaye daha var ama onu da Mystic River postuna saklayalım. Ve artık bu seneye gelelim. Sinema tarihinin tuhaf yaşam çizgilerinden birine sahip Mickey Rourke'un da kariyerinin Akademi tarafından alkışlandığı ilk sahneydi bu. Üstelik kamuoyu tarafından da 'aklanmıştı' artık Rourke. Ancak yine Sean Penn'e denk gelindi işte. Tıpkı Murray gibi, Rourke da belki de bir daha hiç bu ödüle aday gösterilmeyecek. Gösterilse dahi ödüle bu kadar yakın olamayacak ancak yine de onları 'gönüllerin şampiyonu' olarak akla ve bloğa naklettik. Filme geçelim. The Wrestler/Şampiyon tamamen farklı bir konuyu anlatsa da bir anlamda Rourke'un günah çıkarması olmuş. Bu nedenle de dramatik olması elbette kaçınılmazdı. Peki ya yönetmen? Darren Aronofsky ayrı parantezi ister. Rourke'a gösterdiği ihtimam ve ona bir şans daha vererek, bir daha hiç başrol göremeyeceğimizi sandığımız bu oyuncuya böyle bir rol vermesi son derece incelikli. Rourke da bu güveni hiç boşa çıkarmamış; fiziksel/mental anlamda, Raging Bull/Kızgın Boğa ile sinema tarihinin en hayvani, en deli performanslarından birini sergileyen De Niro'yu anımsatan bir portre çizmiş. Belki çok derinlikli değil ancak yine de film 'olmuş' işte. Hele ki son sahnesiyle kendi çapında, kanımca unutulmaz olmayı da başarıyor.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

8 Mayıs 2009 Cuma

Blue Velvet: Kadifeden Kesesi


Blue Velvet/Mavi Kadife filminin içeriğine ilişkin anlatılabilecek her şey, aslında evlenilecek kadın/eğlenilecek kadın ayrımlı o ünlü klişe denklemde bitiyor. Isabella Rosellini zaten doğuştan star, haliyle vaziyeti 'feel like a star'; Laura Dern ise pembe panjurlu ev hayaliyle yanıp tutuşan safça bir 'varoş güzeli', ortada da su şişesi kabilinden kazmalığa her dakika yeni açılımlar getiren Kyle McLachlan filmin başlıca sac ayakları. Ancak olaylara ekşın katmak için elinden geleni ardına koymayan, elleri dert görmeye Dennis Hopper; 'işte bu mahallenin bir tane muhtarı var' tanımlamasını sonuna dek hakediyor. Tabi, bir de David Lynch var ki o, 'o daha beter muhtar'. Açıkçası filmi pek beğenmedim. Mahallenin Muhtarları'nı işin içine karıştırmam da işte bundandır.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Üvey Ana Gibi Yar Olmaz

Türk Sineması'nın pek de bilinmeyen filmlerinden. Bunun nedenini televizyonda bayıltana kadar gösterilmemesine ve uyuz sonuna bağlamak lazım biraz da. 500'ün üzerinde senaryo yazdığı rivayet olunan ulvi kişilik Bülent Oran'ın cut-up tekniğinden ve karbon kağıdından bol bol yararlandığı klişe konusuna, uyarlandığı romanın 'seyirciye istediğini vermeyen' sonu filmi amiyane tabirle piç etmiş. Bu filmde performansından ziyade rolünden ötürü pek övmek istemediğim Sadri Alışık, hoş kadın(ve geceleri boş kadın-olarak yaftalanır-) Zeynep Aksu ve 'acar doktor' kabilinden Fikret Hakan filmin üç tas, hası. Bunlara bir de elindeki maşayla Aliye Rona ve o kötücül coolluğuna yakışmayan halim selim tavırlarıyla Erol Taş da eklenince ortaya 'gırgıriyede şenlik var' havası çıkmış. Film eğlenceli değil, lakin keyifli akıyor.

Sadri Alışık ise piyano başında yahut uduyla müstakbel sevgiliye serenat ederken iyiydi de(yazış o biçim), tam bir hüsnü kuruntu(aka satışçı) portresi çizerek içinde her daim evil potansiyel taşıyan Erol Taş ve hanımına asıl meselenin ne olduğunu daha idrak edemeden gammaza bağlaması yakışmadı. O hareketler kendisini gözümden düşüren hareketlerdi ama söylediği 'Açık bırak pencereni/Örtme perdeyi bu gece' yorumunun hatrına meseleyi hasır altı ediyorum. Kaldı ki ünlü bestekar, büyük güftekar Burak Kut'un da mühim sözleri bu durumu açıklığa kavuşturasıdır; Yaşandı bitti saygısızca/Aldatmanın tadına varınca/Doğru söylesen kimin umurunda?/Gözüme inanırım/Haydi zıpla!