27 Mart 2009 Cuma

26 Mart 2009 Perşembe

Ascenseur Pour L'Echafaud: Asansör Fantezisi

Efsane deniz adamı Kaptan Jacques-Yves Cousteau ile birlikte çektiği Oscarlı Le Monde Du Silence/Sessiz Dünya adlı belgeseli saymazsak, Louis Malle'ın ilk kurgusal uzun metraj başyapıtıdır Ascenseur Pour L'Echafaud/İdam Sehpası. Bu filmi o dönem seyreden sinemacıların, özellikle Fransız büyükleri Godard ve Truffaut'nun gözünü de epey açmıştır. Zira kurgu anlamında ve müziklerindeki Miles Davis etkisi bakımından bir şaheser, suçun karanlık doğasına çarpıcı bir bakış ve benzerine bugün bile rastlanamayacak derecede farklı bir olay örgüsü... Filme dair getirilebilecek eleştirilerde ise, temposunun çok da yüksek olmaması ve nedense eserin içine sinmiş serin bir havanın bulunması öne çıkarılabilir. Yine de tüm bunlar filmin ustalığına şapka çıkarmaktan mahrum bırakmasın bizi. Çıkarayak bloğa da bir not bırakırım; ''Şapkamı almaya gittim, gelicem.''

The Curios Case Of Benjamin Button: Çok Tuhaf Soruşturma

Odamda otururken bir film hakkında yazı yazayım diye düşündüm. Aklıma birçok film geldi ama birden The Curious Case Of Benjamin Button/Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi'ni yazmak istedim. Son zamanlarda iyice aklımdan çıkmıştı film. Hatta Slumdog Millionaire/Milyoner'i izleyince ödülün bu filme gitmesine çok da üzülmemiştim. Gayet güzel bir filmdi çünkü ve ödüllendirilmek hakkıydı. Ancak içten içe Benjamin Button'un kazanmasının haklı olacağını düşünüyordum. Bu kişisel bir tercih tabi. Hakeza ödül dağılımının ve aradaki farkın da bu derece büyük olmasını hazmedemedim. Bu ise genel yorumum. Ödül gecesi henüz Milyoner'i izlemediğimden açık ara Benjamin Button'u tutuyordum ve sonuçlar beni son derece irrite etti. Oysa gece öncesi tahminlerim ve isteklerim hep o yöndeydi. Çünkü Benjamin Button bende büyük bir etki yaratmıştı. Hele sonlarında adeta gözlerim dolmuştu. Çok etkileyici bir filmdi. Brad Pitt ve Cate Blanchett de oldukça etkileyici performanslar sergilemişti. Ortalarında Brad Pitt gençleşmeyince hafiften sıkar gibi oldu ama yine de gayet iyi toparlamayı bildi. Başlarındaysa filmi en önden izlediğimiz için 'nasıl geçecek bu üç saatlik film' bakışı vardı ve alınan duyumlar da böyle bir ön yargıyı oluşturmuştu. Yine de filmi izlemeden önce pek birşey okumamaya gayret göstermiştim. Biliyordum da David Fincher'dan kötü bir şey çıkmayacağını. Hem bu film için de ciddi anlamda beklenti vardı kendisinden. Zira Fincher-Pitt ortaklığıyla uzun süredir beklenen bir projeydi. Üstelik kayıp kuşağın mühim yazarı Scott Fitzgerald'ın kısa hikayesinden uyarlanacaktı. 1920'lerde yazmıştı bu hikayeyi Fitzgerald. Acaba hikayeyi yazmadan evvel, odasında belki de kahvesini yudumlarken ne düşünüyordu?

25 Mart 2009 Çarşamba

Jeux D'Enfants: Karton Amelié


Film, neşeli Charles Aznavour şarkıları gibi... Evden çıkasınız, kırlarda koşasınız, büyükannenize kurabiye götüresiniz geliyor. Ormanda üstelik kurt da yok fakat ''insan, insan kurdudur'' derler ya hani, bu ikili de birbirinin kurdu. Marion Cotillard ve Guillaume Canet ikilisi çocukluklarından beri türlü şaklabanlıklara imza atan bir çift su samuru. Ama sevimliler, özellikle Marion Cotillard cephesi sempatisiyle filmin yükünü çekmiş. Jeux D'Enfants/Cesaretin Var Mı Aşka elbette abartılı, gerçek dışı ve masaldan da masalsı. Ama 'gideri var' ve gayet izletiyor. Bu yüzden de başlıkta yaptığım şeyi, postta yapmıyorum ve filmi yemekten imtina ediyorum. Sonra avcı gelecek, çıkarmaya falan kalkacak, arıza çıkacak. Hiç işin yoksa uğraş dur. Tatsızlık işte...

24 Mart 2009 Salı

23 Mart 2009 Pazartesi

Slumdog Millionare: Arda Turan Oley!

Geri döndüm. Yorgunum hancı. Günler sıkıcı, upuzun geçti. Şuraya bir yatak ser ama karanlığı görmesin gözüm. Güpgüzel günler isterim çünkü bundan sonra. Keyifli bir filmle devam edeceğim. Herkes yazdı o yüzden çok da derinine girmeyeceğim. Slumdog Millionaire/Milyoner'i evvelden seyretmiştim. Elbet sevdim. Zaten 'sevmeyen ölsün' havası da taşıyor film. Ama izleyiciye istediğini verirken abartmış mı yoksa tadında mı olmuş tartışmaya açık. Bir de oyuncularının epey az paraya çalıştığı gibi duyumlar da var. Neyse bardağın dolu tarafında, Hint içeceği Lassi var. Diğer Lassi'lerden pek farkı yok aslında. Ancak İngiliz bardağı ve servis biçimiyle sunulması farkı yaratmış. Sondaki dans Bollywood parodisi mi olmuş? Bu söylem hiç söylenmediyse bile on binleri bulmuştur. Peki ya başroldeki Dev Patel ne kadar Arda Turan'a benziyor? Bak bu, milyonları bulmuştur. İyi madem kim milyoner olmak ister yarışması neden yeniden yayınlanmıyor? Bu tespit kaçları bulmuş tahmin edemedim. En azından program yapımcılarını bulup harekete geçirmediğinden eminim. Oysa gönül isterdi, Kenan Işık'ı hafta sonuna doğru mesai bitimine yakın sekreterle basılan, pazar günü berbere gittiğinden kirli sakala geçmiş, gri takım elbiseli andropoz müdür tavırlarıyla tekrar o sahnede görmek. Ah bir de boynunu görebilseydim...

12 Mart 2009 Perşembe

Ara


Ara... Ne kadar süreceğini bilemediğim bir ara. İşlerim Mart boyu çok yoğundu zaten şimdi de 10 günlük bir çalışma periyodu bekliyor beni. Sonrası da ne olacak bilmiyorum. Takımdan ayrı düz koşu yapacağım bu sürede. Takıma gireceğim günleri bekleyeceğim, gün sayacağım belki de. Çok film vardır izlenecek, çok film vardır yazılacak. Hepsini ama hepsini yazma isteği duyuyorum. Büyük bir iştah aynı zamanda büyük bir yoğunluk, yorgunluk var üzerimde. Fotoğraf klasik belki, bir film karesinden. Ama bu fotoğrafa, içindeki mutluluğa, hüzünlü gün batımına bakmayı seviyorum. İçimdeki iyimserliğe inanıyorum belki de. Tıpkı Küçük Prens gibi günde defalarca gün batımını seyretmek isterim ben. Neyse kendimden söz açmayı bırakayım, zira post sonlanıyor artık. Bir tarihte bana, ''Bu santranın sebebi hikmeti nedir?'' diye sorulmuştu. Cevaplıyorum şimdi. Bazen maçlar başka bir yerden başlar; başka bir sahadan, başka bir zamandan. Yeni bir maç oynanır ya da bir devre başlar tekrardan. Olur a bazen de golü biz atarız yahut çoktan golü görmüş oluruz kalemizde...

9 Mart 2009 Pazartesi

La Fille Coupée En Deux: Korsanda Çuvalla


Pek tipik bir Fransız filmi La Fille Coupée En Deux/İkiye Bölünen Kız... Aşk, ayrılık, iki adam arasında kalma, aldatma ne ararsanız var. Gel vatandaş gel! Seç beğen al. Tane iki milyon! Korsan CD işine girseydim bu şekilde bağırırdım tezgahtaki bu tip filmler hakkında. Bu film de yeni olduğundan, satışı olurdu. Ama beni kurtarabilecekse de, filmi kurtarmıyor bu. Okkalı bir 'hadi oradan' ile izleniyor film. Sözgelimi entel-burjuva eleştirisi son derece bayağı. Oyunculardan Ludivine Sagnier hakikaten parıldıyor yine, Benoît Magimel ise nedense bana Richie Rich (Macauly Culkin) parodisi gibi geldi. Seyirlik sadece ve eli yüzü düzgün bir film; bu açılardan da fena sayılmaz aslında. Müzikal yönü kulak pasını silecek biçimde desteklenseydi şayet (Gotan Project iyi dururdu misal) çok daha eğlenceli ve akılda kalıcı hale gelebilirdi. Yine de çanların yönetmen Claude Chabrol için çaldığı söylenebilir. Zira bu filmin akabinde daha düşük profilde, Depardieu ile birlikte Bellamy adlı filmi çekti. Son olarak, yapıtın özetini ise filmin kalitesini ve postun seviyesini aşağı çekecek bir eserle (eser derken?) çıkaralım.

''Ludivine'nin Hatrına
Giriver Koynuna
Sana Yapacaklarım Var
Buraları Toz-Duman
Uykular Haram
Adını Sayıkladım Yar''

1 Mart 2009 Pazar

Milk: Harvey Milky Way


''Yürü Bu Yol Şeref Zafer Yolu
Karşında Bekliyor Seni Tanyeri
Yürü Atıl Devir Karanlığı
Durma Yürü Haydi İleri''

Söze eski bir marş ile 'Yürüyüş Kararı'yla başlıyorum. İlkokul sıralarında son derslere doğru konu bitince yahut öğretmen içten içe sıkılınca söylenen şarkılardan biriydi. Askerlikte yaygın olarak kullanıldığını ve isminin bu olduğunu bilmiyordum. Askere daha var ve artık film hakkında yazmaya başlayabilirim. Ama önce şunu söyleyeyim. Askerlik mevzunu karıştırmadan bu marşı filmin arka fonuna yerleştirebiliriz. Çünkü tam anlamıyla bir protesto yürüyüşü, gay parade eksenli 'yumruk havada' bir film Milk.


Film, baş karakteri Harvey Milk'in 40. yaş günüyle açılıyor. O zamana kadar kendi deyimiyle beyhude bir yaşantı süren, evvelini bilmediğimiz hippie görünümlü Milk o günle birlikte hem yeni manita yapar, hem de farklı bir yaşantı sürdürme kararı alır. Sevgilisi Scott'la birlikte hayallerini gerçekleştiremeyeceğini anladığı New York'tan ''San Francisco ovası, eşcinsel yuvası'' sloganlı eyalete taşınıp, Castro adını verdiği bir dükkan işletmeye başlar. Dükkan ve bulunduğu bölge, yavaş yavaş eşcinseller için bir cazibe merkezi halini almaktadır. Ancak gücü elinde bulunduran faşizan eğilimlere sahip merkezi yönetim ve şekillendirdiği toplum, buram buram ayrımcılık içeren baskılar, davranışlar ve yasalarla bunun önünü almaya çalışır. Buna karşın eşcinsel hareketi Harvey Milk'in siyasete atılıp, bu uğurda basamakları değil duvarları(climbing up the walls) güçlükle de olsa birer birer tırmanmasıyla kendisini kabul ettirir ve bunun yansıması olarak toplumdaki değişimler de açıktan kendini belli eder.


Hikayenin geri kalanını da film söylesin. Gerçi söyler. Söyler de söyler üstelik. Bu yüzden son yarım saatte temposu nedeniyle biraz sıkmaya başlar. Zira filmin mesajı yerine çoktan ulaşmıştır ve bir noktadan sonra da artık uzatmalar oynanır. Hatta uzatmaya geçmeden bile hakem oyuna kaç dakika ekleyecek, az eklesin gibisinden 'bitse de gitsek' kıvamına gelmiştim. Bu doğrultuda Harvey Milk'in siyasi hayatına yoğunlaşılırken onun özel hayatına, intiharlara, nedenine nasılına, eşcinselliğinin toplum içerisinde yarattığı zaafa daha fazla değinilebilirdi. Böylece saf motivasyon değil, 'etten kemikten' bir karakter olduğu ve seyircinin de onunla özdeşleşme imkanı daha net ortaya çıkardı. Bir bakıma da iyi olmuş tabi. Düşünemiyorum çünkü kendimi Harvey Milk'le özdeşleşleşirken. Beni bozar, 'delikanlıyı' bozar. (Heyt!)


Bu noktada da fena halde maço karakter olan ve eşcinsel Harvey Milk'i büyük bir tutkuyla canlandıran Sean Penn'in performansına ancak saygı duyulur. Latife etmiştim yukarıda; delikanlılık da aslında bu tabi. Sean Penn gerçekten çok yetkin bir performans sergiliyor. Yine de oscarın hakkının The Wrestler/Şampiyon ile Mickey Rourke'a ait olduğunu düşünüyorum. Bu hadiseyi de The Wrestler'ı yazacağım zaman irdeleyeyim. Epey uzun bir yazı oldu çünkü. Kısa kısa geçerekten; Gus Van Sant uzun zaman sonra nihayet adam gibi bir film çekmiş, yönetmenlik açısından da gayet tatmin edici, senaryo daha akıcı olabilirmiş ama yine de başarılı. Sevgiliyle izlenmeyecek filmlerden biri ama yine de iyidir, gayet.