''Yürü Bu Yol Şeref Zafer Yolu
Karşında Bekliyor Seni Tanyeri
Yürü Atıl Devir Karanlığı
Durma Yürü Haydi İleri''
Söze eski bir marş ile 'Yürüyüş Kararı'yla başlıyorum. İlkokul sıralarında son derslere doğru konu bitince yahut öğretmen içten içe sıkılınca söylenen şarkılardan biriydi. Askerlikte yaygın olarak kullanıldığını ve isminin bu olduğunu bilmiyordum. Askere daha var ve artık film hakkında yazmaya başlayabilirim. Ama önce şunu söyleyeyim. Askerlik mevzunu karıştırmadan bu marşı filmin arka fonuna yerleştirebiliriz. Çünkü tam anlamıyla bir protesto yürüyüşü, gay parade eksenli 'yumruk havada' bir film Milk.
Film, baş karakteri Harvey Milk'in 40. yaş günüyle açılıyor. O zamana kadar kendi deyimiyle beyhude bir yaşantı süren, evvelini bilmediğimiz hippie görünümlü Milk o günle birlikte hem yeni manita yapar, hem de farklı bir yaşantı sürdürme kararı alır. Sevgilisi Scott'la birlikte hayallerini gerçekleştiremeyeceğini anladığı New York'tan ''San Francisco ovası, eşcinsel yuvası'' sloganlı eyalete taşınıp, Castro adını verdiği bir dükkan işletmeye başlar. Dükkan ve bulunduğu bölge, yavaş yavaş eşcinseller için bir cazibe merkezi halini almaktadır. Ancak gücü elinde bulunduran faşizan eğilimlere sahip merkezi yönetim ve şekillendirdiği toplum, buram buram ayrımcılık içeren baskılar, davranışlar ve yasalarla bunun önünü almaya çalışır. Buna karşın eşcinsel hareketi Harvey Milk'in siyasete atılıp, bu uğurda basamakları değil duvarları(climbing up the walls) güçlükle de olsa birer birer tırmanmasıyla kendisini kabul ettirir ve bunun yansıması olarak toplumdaki değişimler de açıktan kendini belli eder.
Hikayenin geri kalanını da film söylesin. Gerçi söyler. Söyler de söyler üstelik. Bu yüzden son yarım saatte temposu nedeniyle biraz sıkmaya başlar. Zira filmin mesajı yerine çoktan ulaşmıştır ve bir noktadan sonra da artık uzatmalar oynanır. Hatta uzatmaya geçmeden bile hakem oyuna kaç dakika ekleyecek, az eklesin gibisinden 'bitse de gitsek' kıvamına gelmiştim. Bu doğrultuda Harvey Milk'in siyasi hayatına yoğunlaşılırken onun özel hayatına, intiharlara, nedenine nasılına, eşcinselliğinin toplum içerisinde yarattığı zaafa daha fazla değinilebilirdi. Böylece saf motivasyon değil, 'etten kemikten' bir karakter olduğu ve seyircinin de onunla özdeşleşme imkanı daha net ortaya çıkardı. Bir bakıma da iyi olmuş tabi. Düşünemiyorum çünkü kendimi Harvey Milk'le özdeşleşleşirken. Beni bozar, 'delikanlıyı' bozar. (Heyt!)
Bu noktada da fena halde maço karakter olan ve eşcinsel Harvey Milk'i büyük bir tutkuyla canlandıran Sean Penn'in performansına ancak saygı duyulur. Latife etmiştim yukarıda; delikanlılık da aslında bu tabi. Sean Penn gerçekten çok yetkin bir performans sergiliyor. Yine de oscarın hakkının The Wrestler/Şampiyon ile Mickey Rourke'a ait olduğunu düşünüyorum. Bu hadiseyi de The Wrestler'ı yazacağım zaman irdeleyeyim. Epey uzun bir yazı oldu çünkü. Kısa kısa geçerekten; Gus Van Sant uzun zaman sonra nihayet adam gibi bir film çekmiş, yönetmenlik açısından da gayet tatmin edici, senaryo daha akıcı olabilirmiş ama yine de başarılı. Sevgiliyle izlenmeyecek filmlerden biri ama yine de iyidir, gayet.