30 Aralık 2008 Salı

A.R.O.G. Eleştirileri


Cem Yılmaz insanı sürekli güldüren, her anı komik bir film çekseydi. Filmde ardı ardına espriler olsaydı, kahkahalar havada uçuşsaydı.
—Bu ne ya böyle? Beğenmedim. Ne biçim bir film bu? Film olduğunu anlamıyorsun ki. Cem Yılmaz stand-up yazmış resmen, diğerlerine de onu oynatmış. Stand up izlemek isteseydim, gösterisine giderdim zaten ben. He çok komik bir stand-up ama film değil bence.

Cem Yılmaz her anı olmasa da yine de çok esprili, gayet komik bir film çekseydi.
—Bu ne böyle? Beğenmedim. Ne biçim bir film bu? Stand up ile komedi filmi arasında kalmış direk. Esprileri de yalnız çok ucuzdu ne gerek var bu kadarına/esprileri de çok inceydi yalnız ne gerek var bu kadarına... Karakterler tam oturmamış bile, keşke bunun stand up'ını yapsaymış. Evde dvdsini alırdık, ama sinemaya gidince insan biraz da sinemasal bişeyler görmek istiyor. Beyazperde bu. Yedinci sanat dalı.

Cem Yılmaz komedi filmi olan ama daha çok durum komedisi üzerine yoğunlaşan, yani olayların geneline gülebileceğiniz ama direk kahkaha moduna girmeyen film çekse, bu filmde de yer yer espriler olsa...
—Bu ne yahu böyle? Beğenmedim. Ne biçim bir film bu? Ben Cem Yılmaz diye girdim abi. Yoksa bu tarz bi film izleyecek olsam ne geleyim buraya. Bol bol gülüp stresten uzaklaşıcam, kafamı boşaltıcam diye geldim ben. Hayalkırıklığına uğrattı beni Cem Yılmaz. Cmylmz hah! Ulan o kadar konuşuyorduk önceden gülücez eğlenicez diye. Bu ne böyle? Doğru düzgün gülmedim bile. Kalıbının adamı değilmişsin Cem Yılmaz Efendi! Olmamış ya kötüydü, bir daha yapmasın böyle birşey.

Cem Yılmaz komedi filmi dışında ne çekse...
—Bu ne lan böyle? Beğenmedim. Ne biçim bir film bu? Tamam film vizyona girmedi fragmanını seyrediyorum henüz!! Ama olmaz ki abi, Cem Yılmaz komedi çeksin ne işi olur böyle şeylerle. Dram yapan dram çeksin, komedyen de komedi çeksin. Bu iş bu kadar basit abi. Ne anlamışsın sen dramdan. Bırak bu işleri!
İşte filmleri sadece film olarak izlemeyen, kendi hayatlarında ihtiyaç duydukları şeylerin tam karşılığını iki saatlik Cem Yılmaz filmine yükleyen insanların bu tarz ezberlenmiş, şartlanmış eleştirileri dile getirmeleri gayet doğal. Tek bir sinema biletine hayatının anlık/dönemlik eksikliklerini kapatacak bir sihirmiş gibi bakıyor, akıllarından geçen, arzu ettikleri şey neyse onu görmek istiyorlar... Sonrasında ise istediklerinin, hayal ettiklerinin, kendi kafalarında çektikleri Cem Yılmaz filmi imgesinin tıpatıp aynısını bulamayınca da hemen eleştirmeye başlıyorlar, hem de bu tarz kalıplarla. Bunun kendi içerisinde değerlendirilmesi gereken bir film olduğu, yalnızca bir kişiye, kendilerine çekilmediği, dört küsur milyon insanı tek tek ve aynı anda memnun edilemeyeceği de meydanda. Üstelik bir de buna art niyet, samimiyetsizlik girince, 'meyve veren ağacı taşlama arzusu' da eklenince üstte yazdığım türden sonuçların nedenlerini anlamak güç olmamaya başlıyor. Aynı şekilde istediği şeyi bulamayan yahut filmi başarısız bulan, buna rağmen filmin olumlu yanlarını, iyi taraflarını objektif bir biçimde söyleyebilen insan sayısı da son derece az.

Velhasıl ben filmi gayet önyargısız, tasasız ve mutlu bir biçimde izledim ve Cem Yılmaz'ın A.R.O.G.'unu sevdim. Çok da güldüm, eğlendim. Son derece hoşnut kalarak salondan ayrıldım. Hayat devam ediyordu işte. Tıpkı olması gerektiği gibi, tıpkı bunun yalnızca bir film olduğunu hatırlamak gibi...

29 Aralık 2008 Pazartesi

28 Aralık 2008 Pazar

Young Frankenstein: Kaba, Komik, Kaotik

Victor Frankenstein adındaki 'çılgın bir bilim adamı', sonsuzluğa erişme arzusuyla beşer kalıntılarından canlı bir insan yaratmak için çalışmalar yapar. Ölü insanlardan parçalar toplar ve sonunda yekpare bir beden oluşturur. Çalışmalarının sonunda, ölü beden canlanır ve böylece bir 'canavar' yaratılır. Canavarı tırnak içerisine aldım zira; yaratılan, aslında iyi huylu, iyi niyetli ve sevgi arayışındaki biridir. Görünüşü korkunçtur kabul, ama bundan memnun kalmayan yaratıcısı Dr. Frankenstein'ın onu bu nedenle yüzüstü bırakıp terk etmesi kabul edilemezdir. Olaylar da bu doğrultuda gelişir. Mary Shelley'nin 1816'da yazdığı aslında bu çok yönlü felsefi romanı, farklı bir noktaya çevrilmiş ve tamamen korku/bilimkurgu öyküsüne dönüştürülmüştür. 1931 tarihli James Whale yapımı Frankenstein bu alanda yapılmış uyarlamaların kuşkusuz en iyisidir. 1974 yapımı Young Frankenstein da bu tahrif edilmiş uyarlamaya esas duruşla çekilmiş bir komedi yapıtıdır. Zira bu film, 1931 yapımı James Whale filmiyle aynı mekanda çekilmiş ve aynı sinematografik öğeleri kullanılmıştır.

Bu sıkıcı ve didaktik giriş bir bakıma iyi oldu aslında. Ola ki James Whale versiyonunu yazarım, akabinde de buraya refere ederim. Sonra da gelsin chip paralar, bonuslar, bedava uçuş milleri! Ve ver elini Roma, Floransa, Paris, Texas... Ama eminim yolum Transilvanya'ya düşmez. Frankenstein'ın memleketidir. Aslında filmdeki Frankenstein'ın torunu, geçmişini reddeden ve kendini Fronkonstein olarak adlandıran doktor da oraya gitmemeye kararlıdır. Ancak vasiyet üzerine 'kendini orada bulur'. Hem maddi, hem de manevi anlamda gerçekleşir bu. Özünü bulmuş ve kendini artık bir Frankenstein olarak tanımlaya başlamıştır çünkü.
Frankenstein karakterini oynayan ve senaryoya da katkıda bulunan Gene Wilder, yönetmen Mel Brooks'la birlikte iyi iş çıkarmış. Kaba güldürü formunda ilerlese de film, yine de eğlendirmeyi başarıyor. Yardımcı rollerde başta Igor'u oynayan Marty Feldman ve yaratılan canavarda Peter Boyle filmi sırtlarken; castta yer alan 'iri göğüslü hatunlarla' korku filmi klişelerinin parodisi yapılmış, ancak ucuz seks komedisine de kayılmıştır. Açıkçası benim için çok da sorun değil hani. Sözün özü Young Frankenstein çerez bir film, lezzetli denilebilir ve içecekle iyi gidebilir. Son olarak da bu film, bana kalırsa 1975 tarihli kült yapım The Rocky Horror Picture Show'u derinden etkilemiş. Öyle ki o filmde yer alan birçok öğe, bu filmde var zaten. Bu yüzden de buradan sesleniyorum; Rocky Horror sen haksızsın(terbiyemi bozamayacağım:), seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım.

It's A Wonderful Life: Bir Noel Vakti


''Yine bir Noel vakti. Okullar tatile girdi, şimdi doya doya tatilin tadını çıkarabilirim. Bir de kar yağıyor ki dışarıda, bundan mutlu olamam. Bayağı kar yağıyor gerçi ama olsun Noel'de harika birşey! Çok sevindim, babam da çok sevindi buna. Ama önce bahçedeki karları kürememiz gerekiyormuş; annem garajdan malzemeleri çıkarmış. Ondan sonra söz verdi babam, kardan adam yapacağız. Kuzenim Micheal da yetişebilirse yardım edecekmiş bize. Bakalım kız arkadaşı Tiffany ne hediye verecek bana? Uff bana alınan hediyeleri öyle merak ediyorum ki... Gizlice açıp baksam mı? Yok yok, çam ağacının altında görmek daha heyecanlı. Neyse biraz televizyon izleyeyim bari. Hmm, hmm... Hep aynı şeyler ya! Yalnız bu filmi de her Noel'de yayınlamasalar olmaz. Olsun, seviyorum gerçi ben ama geçen sene de seyretmiştim ki. Dur başka kanallara bakayım, hatta yabancılar neler izliyor onu merak ettim. Ahaha bizim film işte! TRT2 ne yahu? Ne konuşuyorlar anlamıyorum ama. Dublaj komik olmuş yalnız:) Neyse ben bizim kanaldan devam edeyim. İnşallah abimin arkadaşı Jack damlamaz da başımı şişirmez. Yok; Frank Capra Amerikan Rüyası'nın sinemadaki yansımasıymış, film her daim izlenebilecek gerçek bir klasikmiş, James Stewart harika bir performans sergiliyormuş, o adama da bayılırmış zaten. Ben de seviyorum onu ve film hakkında da iyi şeyler söylüyor galiba, ama anlamıyorum ki ne dediğini. İyi şeyler diyorsa katılıyorum ona da bi sussun ya! Neyse film kaynamasın arada. Yine izleyeyim ben. Hem kardan adam yapacağız sonra. Micheal yardım etmese de olur, hem havucu yemişti geçen sene. Jack'i çağırırız, o gelir. Hem kardan adama kıyafet de getirir yanında. Oh yaşasın ya, çok seviyorum ben Noel'i!''

27 Aralık 2008 Cumartesi

Kaderin Oyunu

Ten Beyaz Saç Kızıl Güller
Kahkahasında Bülbüller
Kirpiği Kapkara Tüller
Ben O Afete Vuruldum

Göz Değil Nakış Mübarek
Bendeki Aşk Değil İbadet
Elleri Sevdi Nihayet
Ben Ebedi Saadetten Kovuldum

Gölgemi Aldım Yanıma
Vurdum Hasretin Yoluna
Benzedim Bahstız Mecnun'a
Yüce Mevla'ya Sığındım

Seyret Perişan Halimi Bende Akşam Olmakta
Dostlar Seyrelmiş Beyhude Lafla Vakit Dolmakta
Avare Oldum Serseri Oldum Terk-i Diyarda
Zalim Senin Allah'ın Yok Mu?

Yarin Gözü Yüksekte Benim Bir Kuru Aşkım Var
Düşmanlarım Nisbette Behey Kara Vicdanlı Yar
Yağdı Saçlarıma Genç Yaşımda Lapa Lapa Kar
Zalim Senin Allah'ın Yok

26 Aralık 2008 Cuma

Zaman


WALL-E: Robotlar Da Sever

Pixar bir animasyon yapar, herkes çok beğenir, bir sürü ödül toplar, ertesi yıl yenisini yapar, o da çok beğenilir, bu böyle sürüp gider. Bir döngü halinde, her yıl yinelenen bu hadise 2008 versiyonu olarak WALL-E'yi uygun görmüş meğerse; herkes onu beğenecek, onu sevecek, sağda solda yazacak, oyuncaklarını alacak ve sonra bu film gündemden düşecek, yerine yenisi gelecek, bu devran da böyle sürüp gidecek. İşte WALL-E'yi de bunun bir parçası olarak görüp uzunca bir süre seyretmedim. Zaten animasyon konusunda Hayao Miyazaki ve bazı diziler hariç pek bir kan bağım da yoktur. O açıdan WALL-E de sırasını bekledi, alakasız bir anda alakasız bir günde izlendi. Ve çok beğenildi! O yüzden ben de isterdim açıkçası; büyük stüdyoları bu yapıyı ve bu tarz yapımları yerden yere vurmayı, ama buna şartlar elvermiyor. Aksine WALL-E tüm övgüleri hakediyor. Hakeden hakkettiğini vermek de boynumuzun borcu...

Evvela filmde WALL-E ve Eve'in aşkı büyük yer tutuyor. WALL-E; iyi, hassas, romantik harbi can bir insan(robot daha doğrusu). Eve ise ülkemizdeki kavruk gençler tarafından, ''onun gibi bir sevgilim olsun, yüz milyar borcum olsun'' tarzı laflara maruz kalabilecek piyasası olan bir bayan. İkisi arasında filizlenen bir aşk hikayesi, 'bir demet yasemen' kabilinden tohum ve bir anda filmin seyrinin değişmesi... Bu noktadan sonra, uzaydaki atraksiyonlarla çeşitli klişeler arka arkaya akıyor. Filmin gidişatını ise tahmin edebiliyorsunuz. Ancak bu aldığınız zevke hiç de halel getirmiyor, aksine 'bu bilgi gerçek hayatta işimize yarıyor' ve film izlenirken o güven duygusuyla daha çok keyif almaya başlanıyor.

Bu noktada filmin pek çok hoşluğu var. Sözgelimi Edith Piaf'ın efsanevi parçası La Vie En Rose'nin Louis Armstrong'un versiyonuyla sıklıkla arz-ı endam edişi, ikili arasındaki Bjork'un All Is Full Of Love klibini anımsatan 'robotik çekim', uzayda geçen sahnelerindeki eğlenceli hava, WALL-E'nin 'iflah olmaz romantik' tavırları vb. her şey filmi sevdiriyor, çok sevdiriyor. Hele sonunda Peter Gabriel'in Down To Earth'ü ile gelen görüntüler adeta tatlının kreması olmuş.

Tüm bu nitelikleriyle birlikte, gizliden gizliye de olsa eleştirel bir alt metni bulunan bir filmdir asle(a)n WALL-E. Daha isminde bir falso vardır; Waste Allocation Load LifterEarth Class'ın, yani yaklaşık çeviriyle ''dünya sınıfı çöp ayrıştırma kaldırma robotu''nun. Olaylar gelecekte, 2700 yılında geçer ve dünya tamamen çöpleşmiş bir yerleşim birimidir. Canlı kalıntısı olarak küçük bir bitki tohumuna bile dört elle sarılınır. Bu yönden de, mainstream bir sinema örneği olsa da takdir edilesi bir çevreci mesaja ve duyarlığa sahip film. Ayrıca konformist yaşam biçimi ve bunu besleyen kapitalist sistemler de eleştiri oklarından nasibini alıyor filmde.

Artık geceyarısı yazılan bu uzun yazıya da veda etmenin vakti geldi. WALL-E, Pixar'ın son harikası olmakla birlikte, gerçekten çok başarılı bir film. Bundan önceki eserlerini de (Finding Nemo hariç) esaslı da döver(hem film, hem de robotumuz). Aynı şekilde filmin animasyonlardan çok fazla hoşlanmayanlara yahut kan bağı bulunmayanlara da iyi geleceğine inanıyorum. Kendimden biliyorum en azından, gönül rahatlığıyla bu sıcak ve sevgi dolu filmi herkese tavsiye etmemden...

24 Aralık 2008 Çarşamba

Once: Miluju Tebe

Uzundur Ömür Meraklanma
Mühimdir Yalnızlık Telaşlanma
Saatler Geri Yavaşlama
Sayfalar Sarı
Bir Zamanlar Genç Olsan Da

Yaşamdan Yaralı Hayvan Gibi
İnsafa Gelmeyen Sahip Gibi
Duygular Saygılar Eşyalardan Sonra
Yazılmış Suya
Bir Zamanlar Aşk Olsan Da

Ne Zaman Gitti Tren?
Bir Ben Kaldım Bir De Gölgem
Saatim Mi Geri Kalmış Bilmem
Ne Zaman Gitti Tren?

Bir Rüzgara Kapıldık Biz
Yelkenler Delik Deşik
Acıktık Bir Anda Acıya
Bir Rüzgara Kapıldık Biz

Ne Sen Anladın
Ne Ben Öğrendim
Önsözler Gereksizmiş Geç Bildim
Okuduk Yine De Gençmişiz İşte
Öylesizliğin Daha Güzelmiş Öylece

Bir Kısa Film Hayattan Kalan
Oyuncu Olsan Yönetmen Olsan
Gördüklerini Unutmuş Olsan
Yaşamak Bazen Sabır İster

The Man From Earth: Pardon Siz Gerçek Misiniz?

Filmin methini çok duysam, epeyce 'izle izle' baskılarına maruz kalsam ve bazen de izlemememin 'kalp sağlığım' açısından daha iyi olacağını bilip, akabinde dar bir vakitte bu filmi seyretsem... Açıkçası filmi bir güzel yemek yedikten sonra, gayet tok vaziyette seyrettim ki; rahatlıkla 'böyle martavala karnım tok' diyebileyim. The Man From Earth/Dünyalı Adam biliyordum ki, prehistorik defterleri açan bir bilim-kurgu yapıtıydı ve ben de gardımı almıştım. Teoriler arka arkaya sıralanırken, kendimi ortaokul tarih derslerinde sıkılan bir talebe gibi hissettim. Oysa ki, tarih derslerinde hep cabbar cevval bir öğrenci ve yıldızlı pekiyiydim ben! Her neyse, biz filmin tarihine dönelim. Filmin tarihi derken, başrolündeki Dünyalı Adamımız John'un tarihine...

Kahramanımız John'un tarihi oldukça şüpheli. Bu yüzden ilk başta hafiften nazlanıyor anlatmak için, belki de piyasasını yapıyor kim bilir, ama sonra dur durak bilmiyor, anlattıkça anlatıyor. Evde de büyük bir bilim adamı, profesör, akademisyen topluluğu var. Yani 'yeme bizi', 'atıyosun' tarzı ifadeler yerine daha şık argümanlarla karşı çıkabiliyorlar John'a; her ne kadar söylemleri aynı kapıya çıksa da. Bu topluluğun arasındaki diyaloglarla akarken film; tek mekanda geçiyor, buna rağmen zekice yazılmış senaryosuyla o açığı kapatıp, sıkıcı tarih derslerini 'ucundan azcık' anımsatsa da ilgi uyandırmayı başarıyor. Filmin, bilim-kurgu alanındaki diğer yapımlara nazaran 'sudan ucuza' mal edilip, bu denli bir başarı kazanması da başlı başına yaratıcılığın bir zaferi. Velhasıl en dar vakitlerde de olsa, yerli yersiz de olsa; seyretmeden geçmemeli bu hoş filmi...

23 Aralık 2008 Salı

Sleeper: Unfunny Woody Allen

The Simpsons'ın bir bölümünde yanılmıyorsam Homer Simpson, bir video dükkanına girmişti. Homer serinin pek çok bölümünde video dükkanlarına girdiği için gayet önemsiz bir ayrıntı bu, kare de mümkün değil hatırlanmaz. Ama dikkatimi celbetmişti epey, bu nedenle de aklıma nakletmiştim. Rafların birinde Unfunny Woody Allen kataloğu vardı, hemen yanında da Woody Allen'ın hakkında; ''Sana inandım/Sana güvendim/Senin rızkınla kariyerimi açtım'' deme potansiyeli olan büyük yönetmen İngmar Bergman yer alıyordu. Bence bu film de bu katalogta yer alıyor. Üstelik tüm çabalarına ve komik olma iddiasına rağmen... Film sipariş edilip izlenebilir, eğlenceli vakit geçirtebilir, Allen filmografisini tamamlamaya yönelik hevesli adımlardan biri olabilir ama 'Funny Woody Allen' olabilmesi için bir fırın ekmeği de kendisi sipariş etmeli zannımca.

Woody Allen'ın henüz 70'lerin başında çektiği film, daha başından Allen'ın Chaplinesque'leriyle biraz sıkıyor. Hikayedeki devrimcilik soslu kurgu da, yönetmenin aslında çok daha komik ilk dönem filmlerinden biri olan Bananas/Muz Cumhuriyeti'ni andırıyor. Ancak yine de Keaton-Allen ikilisinin uyumu, futuristik yapısındaki bazı enstantaneler ve esprilerle film vasatı yakalamış. Özellikle de ''beynim benim en favori ikinci organımdır'' gibi yaran repliklerle... Ama filmin en parlak yanı, kuşkusuz ki Diane Keaton. Her zamanki gibi belli düzeyin üzerinde bir performans göstermiş göstermesine, ama asıl parıldayan yönü, kendisinden beklenmeyecek denli 'ilik gibi' görüntüsü. Yine de çok yüklenmeyelim filme. Woody Allen'ın ilk dönem filmlerinden biri, fena da vakit geçirmiyor ve çabuk bitiyor! Açıkçasını da söylemek gerekirse; Sleeper/Uykucu boş vakit filmi, çok boş vakit filmi...

Mançoloji


22 Aralık 2008 Pazartesi

Apocalypse Now: Mübalağa Ediyorsunuz

''Sinema tarihinin en iyi yapımlarından, gelmiş geçmiş en iyi savaş filmlerinden biri'' tarzı tanımlamalarını göz önünde bulundurarak, oyuncu kadrosuna ve yönetimine de büyük güvenle, genişçe bir zaman diliminde izledim Apolcaypse Now/Kıyamet filmini. Maksadım filmi tam anlamıyla sindirmek, yaşanabilecek sinemasal keyfi zirveye çıkarmaktı. Olmadı. Olmamasının da tek nedeni, aslında filmin 'olmamasıydı'. Ortada bir film vardı; sözgelimi oyunculuklar ustaca kotarılmıştı, diyaloglar etkileyiciydi ve savaş sahneleri de başarıyla çekilmişti. Ancak bu film, aldığı bunca övgüyü hakedecek bir seviyede değildi maalesef. Ne bir sinema klasiği olarak selamlanabilir, ne de savaş filmleri kontenjanında üst seviyelerde yer alabilir nazarımda bu film. Elbette spesifik bir durumdur bu, değişir kişiden kişiye. Ama değişmesin, bu filmin etrafında yaratılmaya çalışılan 'efsane halesi' sönmeli çünkü. Filme karşı acımasız bir tavra büründüm belki ama fena halde tak etti canıma; bu maskeli balo ve onun sahte yüzleri.

Bir kere filmin mesajı hiç de net değil. Elbette 'savaşa hayır' diyor(der gibi en azından) ama bu çok da vurgulu değil. Ben de Oliver Stone'un Born On The Fourth of July/Doğum Günü 4 Temmuz'da yaptığı gibi abartılı ve didaktik bir tavır takınmayı hoş bulmuyorum. Ama bu denli büyük bir kadro, bütçe ve süre elindeyken; amacının ne olduğu, neyi vurgulamak, neyi anlatmak istediğin bu kadar muğlak olmamalı. Kaldı ki, bir şey de söylemiyor bence film. 'Söyler gibi yapıyor' sadece. Hani playback yapan şarkıcının, şarkısını senkronize söylemesi gibi... Filmin final bölümündeki paganik yaklaşımın ve o hikayenin de havada kaldığını düşünüyorum açıkçası. Bu bölümde, Marlon Brando sahnelerini hakikaten efsanevi oynamış. Dennis Hopper da bu kısımda başarılı. Filmin başrol oyuncusu Martin Sheen'den hayatının performansı gelmiş. Robert Duvall, Harrison Ford, Laurence Fishburn gibi aktörler de, nispeten genç halleriyle üzerlerine düşeni yapmışlar.

Film Joseph Conrad'ın Heart of Darkness adlı kitabından uyarlama. Filmin yönetmeni Francis Ford Copolla'nın görkemli sinema kariyerinde çok müthiş işler var, ama bu film onlardan biri olamıyor ne yazık ki. Bu filmi büyük beklentiyle izlememin, yaşadığım hayalkırıklığıyla da pek alakası yok. Sinema tarihinin en abartılmış filmlerinden biridir kanımca Apocalypse Now/Kıyamet.

21 Aralık 2008 Pazar

The Fall: Mükkemmel Bir Atlayış

Çocukluk döneminde, anne ve babalar evlatlarını koruma içgüdüsüyle, sıklıkla bıkkınlık verecek seviyede öğüt verir. Bunun içerisinde 'terli terli su içme' de vardır, 'karşıdan karşıya geçerken dikkatli ol' da. Bu baygınlık veren sözleri tekrarlamak, 'silinmeyen hatıralar'ı canlandırmak istemem ancak yine de insanın aklına bir anda, caddelerde yürürken, biriyle konuşurken yahut film izlerken gelebiliyorlar. İşte bu sözlerden biri de The Fall/Düşüş'ü izlerken aklıma düştü. ''Tanımadığın biriyle asla konuşma, arkadaşlık etme, ondan birşey alma ya da birşey verme'' idi bu nasihat. Ben de buna kısaca 'Bir Yabancıyla Asla' sendromu diyeyim.


Filmde, 5 yaşında bir kız çocuğu olan Alexandria(The Great) ile sevgilisinden ayrılan ve bu nedenle intihara kalkışan, intihar eğilimli gençten bir karakter olan Roy'un dostluğuna uzanıyoruz. Bu dostluk kanımca tam da 'Bir Yabancıyla Asla' tipi bir dostluk. Bu yüzden filmi izlerken aşırı derecede 'korumacı ebeveyn' psikolojisine girdim, Roy'a karşı bilendim. Zira filmin başında gayet normal, iyi ve saf bir çocuk olan Alexandria'nın bu dostluk nedeniyle başına gelen kalmadı, üstelik üzerinde bazı kalıcı etkiler de yarattı. Elbette filmin başarısı yalnızca dostluk temelli dramatik çatısına dayanmıyor. Filmin asıl dikkate değer yanı; bu sürreal yolculukta yer alan tarihi ve mitsel hikayelerde kurgunun ve yaratıcılığın 'kendinden geçmesi'. Üstelik bunu yaparken de hiç zorlamıyor film. Aksine oldukça akıcı ve heyecan verici bir tempo tutturuyor, böylelikle izleyenlere de kallavi bir göz ziyafeti sunuyor.


İlk filmi The Cell/Hücre'den altı yıl sonra, 2006'da tamamladığı bu filmiyle Tarsem Singh, festival festival dolaşmış, ancak nedense ve neredeyse hiç dikkat çekmemişti. Sonrasında filmin yapımcılığını üstlenen David Fincher ve Spike Jonze'un da arka durmasıyla, film 2008'de Amerika başta olmak üzere birçok ülkede vizyona girerek bir anda infial yarattı. Filmin hakkı bu elbette, hem de sonuna kadar. İzlenince de görülecektir, gerçekten de mükemmele yakın bir zanaat var filmde. Ana teması bireysel anlamda farklı etkiler yaratsa da, başta küçük Alexandria'yı oynayan Catinca Untaru olmak üzere filmi oluşturan ekip ve Singh çok iyi bir iş başarmış. Bu film hakkında yazacaklarım da buraya kadar olsun, zira sonrası hep övgü.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Arkadaş Islıkları

Sait Faik Abasıyanık, Orhan Veli Kanık, Sabahattin Eyüboğlu.

19 Aralık 2008 Cuma

Tacones Lejanos: ''Kağıdını Gördüm Pedro!''

Murathan Mungan'ın ilk romanı Yüksek Topuklar'ın piyasaya çıktığı zamanı hatırlıyorum. Büyük bir heyecan vardı etrafta; kitap daha çıkmadan tanıtım geceleri, okuma günleri düzenleniyor, Mungan kitabın içerisinden sevdiği pasajları izleyicilerle paylaşıyor, yayınevi de geniş çaplı bir promosyon kampanyası düzenliyordu. Başarılarla geçen tüm bir yazarlık kariyerinin olgunlaşma sürecinde, bu ilk romanı ben de o sıra peşin bir heyecan ve hevesle okumuştum. Kısa sürede bitmişti kitap, akıcı bir dille yazıldığını da söyleyebilirim o yüzden. Ancak açıkçası oldukça büyük bir hayal kırıklığıydı. Emeğe saygı diye düşünmesem, 500 küsur sayfalık bir kağıt israfı olarak bile nitelendirebilirdim. Bunu neden söylediğimin açılımı, başka bir postun konusu olabilir. Zira Murathan Mungan'ın o görkemli yazarlık kariyerindeki düşük profil işlerden biri olması da dikkat çekici. Bunu da sırf eleştirmek için yazmıyorum; Mungan'ın fazla ön plana çıkmayan, önemsemediği yahut üzerinde durmadan yazdığı bazı şiirlerin etkisi, kalitesi ve gücü bile bu romanı kanımca aşabiliyor. Konumuza dönelim; çünkü postun asıl konusu bir başka Yüksek Topuklar. Pedro Almodovar'ın 1991 yapımı Tacones Lejanos/Yüksek Topuklar adlı filmi.

Sinemdaki eşcinsel kimliğin uzunca bir süredir bayrak adamlığını üstlenen Pedro Almodovar'ın çılgın dönemi 80'lerin bitiminde, 90'ların başında çektiği bu film elbette çok konuşulmuştu. 2000'lerden itibaren toplumun dayattığı ahlak anlayışlarını bir çırpıda ters yüz etme geleneğini, mantıklı/makul bir sisteme oturtmasının emarelerinin görüleceği bu film bu açıdan da ilgiyle izlenebilir. Zira Todo Sobre Mi Madre/Annem Hakkında Herşey ve Hable Con Ella/Konuş Onunla zirveye çıkan bu tat, henüz nar ekşisi kıvamından uzak; ham ve limoni bir halde. Yine de filmin kendine has lezzeti, sevilesi bir yanı var. Epey var hatta. Anne ve kızı arasındaki ilişkiler, travestilik, melodram havası, filmde kullanılan Chanel takımları, Luz Casal'ın bağımlılık yaratan nefis şarkıları Piensa En Mi ve Un Ano De Amor , yarı polisiye kurgusu, akılda kalan sahneleri ve finaldeki başta olmak üzere 'ters köşe yapan' esprileriyle sınıfı geçen bir Almodovar filmi. Tabi aynı şey bu eserden ve Pedro Almodovar'ın sanatından ilham alan Mungan için ne kadar geçerli, o da ayrı bir 'çan eğrisi' sorusu.

18 Aralık 2008 Perşembe

Das Leben Der Anderen: Başkalarının Vicdanı

Hava ve zemin koşullarında maçın iptaline dair bir engel yoksa, yani şartlar müsaitse, çok yakın bir arkadaşımla beraber her sene Oscar Ödül Töreni'ni seyrederiz. Gece yarısına dek, tören öncesi, sırası ve sonrası; eğlenceli espriler, eleştiriler gelir, yorumlar, şakalar yapılır, cipsler içecekler açılır, ödüllerle ilgili tahminlerde bulunulur, bahisler açılır. İşte geleneksel Oscar izleme şenliklerinin 2007 ayağında, 'en iyi yabancı film' ödülü yine bir bahis konusuydu. Ödül sadece filme değil, bahsi kazanana da gidiyordu. Bedava sinema+yemek gibi bir ödül vardı işin ucunda. Bu bahisler nedeniyle de 'çaktırmadan' ezeli rakibim olan arkadşım, o geceden üç tane teknik ödülle ayrılan El Laberintino Del Fauno/Pan'ın Labirenti'ni tutuyordu. Ben ise, Das Leberen Der Anderen/Başkalarının Hayatı'na oynamıştım. Süper taktiklerim ve üst düzey motivasyonum sayesinde maçı bizim takım kazandı. ''Our boys have done it!''. Tabi ben de olası çakallıklara karşın, üstünü soğutmadan hesabımı da gördüm ama film de oldukça geç girdi vizyona. Birkaç kez izleme olanağına da denk geldim, fakat hep bir 'ters ayak' vaziyeti oldu. Velhasıl ancak şimdi izlemek ve yazmak nasip oluyor bu yetkin filmi.

Filmin analizine başlayalım artık. Film 1990'da Berlin Duvarı yıkılmadan evvel iki ayrı ülke olan Almanya'nın komünizmle yönetilen kanadında, Doğu Almanya'da(DDR) geçiyor. Kapalı, baskıcı ve hatta tacizci bir yönetimin hüküm sürdüğü bir ülkede aydın olmak zordur. Bir tür olağan şüpheliler olarak baskıyı, zorlamayı, tehdidi ve hatta öldürülme ihtimalini iliklerinize dek hissedersiniz. İşte bir grup aydının da bu karanlık tablodan başını çıkarıp, yaslandığı 'duvarı delmesi' mümkün olamayacağından; yapılacak en iyi şey yazmak ve bundan hiç vazgeçmemektir. Çünkü resime bakanlar için bir anlamı olacaktır bu yazıların, tepki yaratacak ve dışarıdan görülecektir.

Bununla birlikte, sürekli gözetleme halinde tutulan bu aydınlara baktıkça, 'yeryüzünün aslında bir hapishane' olduğunu söyleyen o ünlü tanımlamaya hak vermemek de güç. Ancak bunun da, daha çok Doğu Almanya'daki yönetim biçiminden kaynaklandığını, genel anlamda da komünist sistemlerin yaramaz, kapitalizmin de aslında iyi bir şey olduğunu ima eder tavrı da filme bir tür 'propaganda' havası da katmış açıkçası. Bu yüzden filmin Amerika'da bu denli yoğun bir karşılık bulmasını doğal karşılamak lazım. Zira Soğuk Savaş'taki yaklaşımlarını, 'cadı avını' ve bunun sinemadaki yansımlarını gördükçe bu tarz yapımlarla karşılaşmak biraz da gururlarını okşuyor deyim yerindeyse.

Biraz da oyunculuklara bakalım, başrolde Ulrich Mühe hayatının performansını sergiliyor. Bunu dememin bir nedeni de, ne yazık ki Mühe'nin bir sene sonra, henüz 54 yaşındayken hayata gözlerini yumması. Yazar rolünde Sebastian Koch iyi iş çıkarmış. Martina Gedeck ise hafızam beni yanıltmıyorsa Monanieba/Pişmanlık filmindeki hikayeye benzer bir rolde görevini layıkıyla yerine getiriyor. Ayrıca film kanımca, gözetleme ve takip açısından da Francis Ford Coppolla'nın The Conversation/Konuşma'sını fazlasıyla hatırlatıyor. Yine de son tahlilde filmin kendisine dair; takdir etmek, saygı duymak, izleyin demek vb. gibi tabirleri bir çırpıda kullanmak gerekliliğini hissettirdiğini açık yüreklilikle söyleyebilirim.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Modern Times: Çarklar Arasında


''Makinalar diken gibi/Batar her gün kalbine/Yün örecek ellere/Her gün ekmek derdinde.'' Bahsedilen dizeler elbette, 70'lerin darbelerle, harekatlarla örülü karanlık siyasi tablosuna arka plan oluşturan Fabrika Kızı'na ait. İşçilerin haklarını savunan, toplumcu ve sol kültürden beslenen bir yapısı vardır bu şarkının. Dönemi itibariyle de, askerinden memuruna, solcusundan sağcısına, müzisyeninden gitara yeni başlayanına kitlelerce benimsenmiş, adeta bir marş işlevi görmüştür. İşte kadın-erkek fark etmeden 'düşük ücret/yoğun çalışma' denklemi adı altında, adı bile konmayıp 'x olarak değer verilen', yalnızca ülkemizde de değil dünyanın dört bir köşesinde büyük bir nüfus çoğunluğu var.


Sinema tarihinin en bilinen, en takdir edilen filmlerinden Charlie Chaplin'in Modern Times/Modern Zamanlar'ı da aslında bunun öyküsü. Sistemin 'çarkları arasında' Nazım Hikmet'in bu filme bir tür güzelleme havası taşıyan Makinalaşmak adlı şiirinde olduğu gibi makinalaştırılan, makinalaştırılmaya çalışılan insanı ve bu insanın sorunlarını, sıkıntılarını, çıkışsızlığını anlatıyor. Bunu yaparken de okkalı bir kapitalizm eleştirisine soyunuyor evvela. Hatta filmin ortalarındaki gösteri ve bayrak sahnesiyle de neredeyse komünizme kayan bir şekilde... Bununla birlikte; polis ve emniyet teşkilatını, sosyal devlet kurumlarını, fakirliği, işsizliği, çaresizliği masaya yatırıyor. Çok çarpıcı bir Büyük Buhran Amerika'sı tablosu çiziyor böylelikle Chaplin. Filmin 1936 yapımı olduğunu, 1929'da başlayan ve Amerika'yı köklerinden sarsan büyük mali krizin etkilerinin hala devam ettiğini bir kenara not edersek filmin ne kadar büyük bir iş başardığını daha net görebiliriz. Zira filmin, sonraları Frank Capra'nın bu işe bir misyoner edasıyla kendisini adayacağı ünlü Amerikan Rüyası'nı işaret eden o umut verici yaklaşımla sona ermesi, şüphesiz ki hem moral açısından, hem de dönem koşulları itibariyle çok önemliydi.

Film hakkında yazılacak daha çok şey var. İnsanlar bu filmle ilgili kitaplar yazıyor, araştırmalar yapıyor, (abartıyorum) adaklar adıyor, ben bir postla geçiştiriyorum. Hatta bu post bile, itiraf etmek gerekirse gözüme epey uzun geliyor. Onlar onu yapıyor, ben de bunu. Charlie Chaplin yazıyor, yönetiyor, oynuyor. O sıralar eşi olan Paulette Goddard harika bir performansla kendisine eşlik ediyor. Ben de bu postu yazdım. Sevgiler.

16 Aralık 2008 Salı

15 Aralık 2008 Pazartesi

Nuovo Cinema Paradiso: Çocukluk, Masumiyet, Samimiyet


Çocukken, ''Saçlara dolunca aklar/Birden bir pişmanlık başlar/Sanki felek tokadını/Bizim gibilere saklar'' şarkısını ne zaman duysam, nedenini hiç bilmediğim bir hüzün kaplıyordu içimi. Kanalı değiştirmek zordu o dönemler. Şarkıyı duymamak için yüzümü yastığa sıkıştırıyordum, annemin süpürgeyle evi süpürmesini bekliyordum içimden de. O dönemlerde çok ses çıkardı süpürgelerden, rahatsız olurdum ben de herkes gibi ama bu şarkıdan daha fazla değil. Çünkü o zamanlarda bile ruhsal etki, fiziksel etkiden daha hüzünlü olabiliyordu. Bilmiyorum nedendir; ama yaşlanma fikri, daha çok da bir şeylerin yitirileceğiydi hissiydi galiba bu. Şarkı kötüydü ama o duyguyu unutmadım.

Çocuklukla ilgili filmler de hep büyük bir özlemi, hüznü ve kaybı çağrıştıragelmiştir. Yalnızca benim için de değil, bu etki pek çokları için kendi çocukluklarını, saçlarına düşen aklarını ya da çizgileşmeye başlayan yüzlerini yani şu hayatla olan meselelerini, ondan aslında ne aldıklarını ve karşılığında neleri feda etmek zorunda kaldıklarını, geçmişlerinin bir tür muhasebesini yapmaya iter bu filmler. Bunu da ne kadar iyi hissetirebiliyorsa, o denli başarılı olurlar zaten.


İtalyanlar bu açıdan, belki de o kendilerine has sıcaklıkları, coşkunlukları ve samimiyetleriyle, hakeza Akdenizliliğinde getirdiği o havayla oldukça başarılı olmuşlardır. En ünlü çocuk romanlarından Pinokyo'yu hatırlayalım. İtalyan bir gazeteci Carlo Collodi yazmıştır. Hiç çocuğu olmayan Marangoz Geppetto Usta'nın bir çocuk özlemiyle tahtadan yaptığı kukla Pinokyo'nun gerçek bir oğul olma serüvenini anlatır. Tamamen insana dair, 'büyük hikaye'dir. Aynı şekilde Geronimo Stilton romanları da ünlüdür. Amma velakin Edmondo De Amicis'in yazdığı Çocuk Kalbi'nin yeri ayrıdır. Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada en sevilen çocuk kitaplarından biridir. Sinema açısından da; Roberto Benigni'nin La Vita E Bella/Hayat Güzeldir filmiyle daha sonra hakkında ayrıntılı bir şekilde yazmak istediğim Vittorio De Sica'nın Ladri di Biciclette/Bisiklet Hırsızları ilk akla gelen filmlerden.


Bu kadar İtalyan Kültür ve Edebiyatı nutku ziyadesiyle yeter dedikten sonra, konumuza dönelim artık. Bu filmle ilgili görsel ararken, filmin içerisinden o kadar güzel fotoğraflara rastladım ki tek bir fotoğrafla yetinmeyip çoğunu kullanmak istedim. Bu yüzden de yazıyı normalden uzun tutup, araya da resimleri serpiştirme yoluna gittim. Görsel arama esnasında, filmin kanımca en önemli karakteri Alfredo'yu oynayan Phillipe Noiret'nin iki sene evvel vefat ettiğini öğrendim. Daha filmin başında öldüğü duyuruluyordu Alfredo'nun. Sonrasında yönetmenlik yaparak 'büyük adam olmuş' ancak arkasında sevdiklerini bırakarak 30 senedir köyünden uzak yaşayan Salvatore'nin çocukluk ve gençlik yıllarına gidiyorduk. Taşrada küçük bir sinema olan Cinema Paradiso'da orta yaşlarını süren projeksiyoncu Alfredo ile küçük Salvatore'nin dostluk öyküsüne uzanıyorduk.

Yönetmen Giuseppe Tornatore'nin hayatından otobiyografik öğeler taşıyan, sinema tarihine damgasına vurmuş gerçek bir klasik Nuovo Cinema Paradiso/Yeni Cennet Sineması. Yazının başında çocukluktan, bir şeyler kazandığımızı zannederken farkında olmadan kaybetmekten, aslında hep kaybetmekten, yaşlanma korkusundan, insanın kendisiyle hesaplaşmasından bahsetmiştim. Bu başucu filmi de hiç vaaz vermeden, Ennio Morricone'nin Love Theme'i başta olmak üzere insanın içine işleyen müzikleriyle ve tüm naifliğiyle tam da bunu anlatıyor; çocukluğu, masumiyeti, samimiyeti...

La Fille Sur Le Pont: Serseri Aşıklar


''O çok övdükleri Vanessa Paradis bu mu? 22 yaşında bir kızı oynuyor ama o boyun ne öyle. Olmamış sanki kız ya, beğenmedim fazla. Bu arada Daniel Auteil de ne kral adammış. Hani seviyordum da karizmayı Robert De Niro'ya bağlamış resmen. İyi gidiyor film, hem ben içerisinde şansla alakalı mevzular, oyunlar olan filmleri severim. İntacto ne filmdi be kardeşim! Bunu izleyen ve beğenen bir de onu izlesin. Film nedir görsün. Yalnız bu film 99 yapımıydı galiba. Oldu o zaman. Bu bıçaklı sahneler de harbi güzelmiş. Kadın da 'mokar hastası Nihan'a bağladı. Ulan gül gibi herifi bırakıp elalemin adamlarıyla ne işin olur senin? Belliydi zaten senin böyle yapacağın. Affedersin ama Yunanlı'dan da babayı aldın bak. Öyle kalırsın işte. Derdine yan artık. Yalnız iyiymiş Galata'ya da geldi bak adam. Türkiye be kardeşim, memleket burası. Sen de fes taktın ya, sana da helal olsun be Auteil! Epey bir oryantalist hava var gerçi filmde, ama müzikleri güzel. Aşkı da koydular şimdi. E iyi canım yapsınlar, yakışır. Ateşle barut gibiler zaten onlar. Yazılar geçiyor, bitti işte film. İyi vakit geçirtti aslında, çok da büyük beklentim yoktu zaten. Tatmin etti yani beni o açıdan. Tamam yazarım ben bu filmi bloga, gayet gider. Hadi saat de gecikiyor, dışarı çıkıyorum şimdi. Geldiğimde yazarım yorumumu.''

13 Aralık 2008 Cumartesi

Babam, Ben, Dedem


Ekmeğin tadı aldığınız yere göre değişiklik gösterir. Taş fırını mı, pastane üretimi mi yoksa köylerdeki gibi tamamen el emeğinden yapılmış olması mı; işte bunlar ekmeğin tadını temelde farklılaştırandır ve hepsinin de lezzeti ayrı ayrıdır. Aynı şekilde herkesin de damak tadı farklıdır. Kimi taş fırın ekmeğine bayılır, hep onu tercih eder. Kimi de 'o da neymiş, sen köy ekmeği yemedin hele' der. Kimi de, 'pastane iyidir, şaşmam' mantığındadır.

Bu farklılığın üstüne bir de, ekmeği alma ve yeme aşaması vardır. Ekmeği fırından/pastaneden çıkar çıkmaz aldıysanız, değmem sizin keyfinize. Dumanı üstünde tütüyordur, sıcacıktır. Yolda eve gelirken, yemeği bile beklemeden dayanamayıp ucundan azıcık koparırsınız. Ancak vaktinde almazsınız, örneğin akşamleyin kapanmaya yakın giderseniz, ekmeklerin taze olmadığını aksine hafiften bayatlamış olduğunu görürsünüz. Üstelik fırın sahibinin çocuğu, tüm gün top oynadıktan sonra acıkmış bir halde 'yandım aman! iflahım kesildi' diyerek gizlice ucundan azıcık koparmıştır bile sizin yerinize. Sona kalmış ekmeklerdir bunlar velhasıl; dokunulmuş, tadılmış, şekli bozulmuş, müşteri tarafından alınmamış ya da müşteriye verilmek için tercih edilmemişlerdir. Çoğu zaman, biraz da mecburi alınır bu ekmekler. Hele bir de o saatte hiçbir yerde kalmamışsa, kalan yerler de uzaksa...

İşte ben, Babam ve Oğlum'u bu vaziyette seyrettim. Yine sinemada olmakla birlikte, vizyona giriş tarihinden geç/vizyondan kalkmasınaysa yakın bir tarihte ve yine tesadüf eseri bir akşam vaktinde izledim. Filmin pek çok ayrıntısını, önemli anlarını yaklaşık olarak biliyordum. Film; dokunulmuştu, izlenilmişti, hatta ucundan koparılmıştı. Belki de dünyanın en lezzetli ekmeği olabilirdi benim için, 'böyle ekmek yemedim' de diyebilirdim ama ekmek aynı ekmek değildi işte. O yüzden açıkçası 'bayatlamış ekmek' gibi izledim filmi. Benim sorunumdu bu elbette, ancak yine de keyif aldım filmden. Bir yerlerden insana dokunan, insanı kavrayan bir filmdi Babam ve Oğlum. Çağan Irmak'ın taş fırınıyla/köy ekmeği arasında sahici bir lezzet tutturduğu filmdiydi. O yüzden herkesi, sinemayı sevmeyen ya da ilgilenmeyen insanları dahi kendine çekti film. Filmden çıktıktan sonra babasını, dedesini arayan; küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran yine insana dair güzel duygular, kalbi hisler yaşattı.

Sonraki filmi Issız Adam'dı Çağan Irmak'ın. Nimetin başımın üstünde yeri vardır. İyi yapılır, kötü yapılır; ama daha önceden yemeklerini bildiğiniz ve hatta sevdiğiniz bir aşçının 'elinden' çıkıyorsa sofraya daha bir iştahla oturursunuz. Belki beklentimle alakalı birşey bu, yine de hayal kırıklığına uğradım açıkçası. Aşçı yapmamıştı besbelli, 'pastane ekmeği' getirmişti çünkü önümüze. Gerçi durumu çakmasınlar diye biraz da kendi eliyle susam serpiştirmişti. Ama durum çok netti işte. Keşke kendisinin olsaydı, köy ekmeği ya da hiç değilse taş fırın olsaydı da yanık/ham/tatsız vb. olsaydı diye geçirdim içimden. Önümüzdeki maçlara bakardık hiç değilse. Pastane ekmeğine hiçbir zaman ısınamadım çünkü ben; kendine has bir tadları yoktur, piyasadaki muadilleriyle aynıdır, standart ve seri üretim bazlı ekmeklerdir genelde, fazla yapaydırlar kanımca.
Elbet başta da belirttiğim; herkesin sevdiği ekmek türü, yemek yiyişi ve damak tadı farklıdır ne de olsa.

Issızlığın Ortasında


Aldanma Çocuksu Mahsun Yüzüne
Mutlaka Terkedip Gidecek Bir Gün
Kanma Sever Gibi Göründüğüne
Seni Sevmiyorum Diyecek Bir Gün
*
Sevmek Çok Güzel Şey, Aldanmak Acı
Ruhunu Saracak Büyük Bir Sancı
O Durmayan Yolcu Sen Garip Hancı
Hesabı Vermeden Gidecek Bir Gün
**
Uğruna Yıllarını Harcayacaksın
Aşkını Ömrünle Bir Tutacaksın
Ne Yazık Sonunda Ağlayacaksın
Gururunu Yere Atacak Bir Gün

Cashback: Belki Bir Gün Özlersin


Bu blogda yalnızca başyapıtlar, klasikler, sinema tarihine geçen eserler ya da bol ödüllü filmler yer almayacak. Mainstream olarak da bilinen 'ana akım' filmlere de, popüler sinemanın önemli örneklerine de yer var burada. Burada yer çok aslında, istediğin gibi yazıp çiziyorsun ve klasik köşe yazarı semptomlarından 'bu köşeler babamızın malı değil' söylemlerine de rastlamak durumunda kalmıyorsun. Biz de kaldığımız yerden devam edelim artık. Cashback de üzerine alınmasın ama uzun versiyonu gayet bu ana akım filmlerinden. 2004'te 18 dakikalık versiyonu en iyi kısa film dalında Oscar almış, 2006'daysa 'bu işte sağlam para var hacı' tadındaki bir formülasyon mantığıyla piyasaya sürülmüş. Kadın vücuduna dair tüm ayrıntıların bu denli sahtekarca maddiyata dönüştürülmesi ne kadar büyük bir kepazelik. Filmi izlerken öyle düşünmedim tabi.
Bununla birlikte, markette yaşanan olaylar, diyaloglar vs. hep süreye oynama taktikleriydi. Hani galip olan takım kendinden de emin değilse, maçı bitirmek için türlü taklalar atar; sakatlanmış numaraları yapmalar, taç kullanımında beklemeler vs. İşin garip yanı sonu tahmin edilebildiği halde çok da bozmuyor bunlar izleyiciyi. Keyifli vakit geçirtiyor, sonuyla da birlikte herkes huzurla evlerine dağılıyor. Bu filmin pek spoilerı olmaz, serime geldiğinde sonuç zaten ortaya çıkıyor. Fakat başlık havada kalmasın. Yönetimce 'arkandayız' mesajı verelim. Şöyle ki, sevgilisi tarafından terkedilmiş bir genç var. Genç, eski sevgilisini bir türlü unutamıyor. Daha sonra da, biraz da zaman geçsin, kafası dağılsın diye bir markette işe başlıyor. Bu markette de üstte resmi olan sarışın kız, (nedense) kasiyer olarak çalışıyor, olaylar da gelişiyor. Zamanla ilgili hoş bir atraksiyonu da var filmin, o da izlerken görülsün. Bir tür kendini iyi hisset filmi, boş vakitte izlenmek için selam eder.

12 Aralık 2008 Cuma

Vivre Sa Vie: Abanozdaki Emine


Levent Yüksel'i severim. Espri kalitesi anlamında 'serin yerde saklanması tavsiye edilebilecek' ürünü Levent Yüksel'in İkinci Kaseti'nde, Abanozdaki Emine adında bir şarkısı vardır. Aynı albüm slowlar açısından Zalim ve Karaağaç'ı içerdiğinden olsa gerek, hayli geri planda kalmıştır bu şarkı. Oysa güzel bir eserdir Abanozdaki Emine, Necati Cumalı'nın şiirinden uyarlamadır. Açıkçası uzunca bir dönem dinlememiştim bu şarkıyı, aklımdan da çıkmıştı. Geçenlerde tekrardan dinlemeye başladım. Bir filmdi aslında hatırlamama sebep olan; Vivre Sa Vie/Hayatını Yaşamak.
Filmleri genelde hakkındaki yorumları okumadan izlemeye çalışırım. Bu filme de Jean-Luc Godard referansıyla Anna Karina izleyeceğim diye balıklama daldım, içeriğine pek de bakmadım. Bu ikilinin çektiği Une Femme Est Une Femme/Kadın Kadındır filmini izlemiştim evvelden ve yine böyle 'entel dantel', 'artiz diyaloğlu' hatta biraz da bayık bir film bekliyordum. Ne mutluluk, yanılmışım! Bu noktada Masumiyet'i izleyenler hatırlayacaktır. Pansiyon sahibi televizyon karşısında, filmin acıklı bir sekansında filmi bırakır ve dışarı çıkar. ''Filim milim böyle de olmaz ki kardeşim'' der. Tastamam aynı şeyleri hissettim. Öylesine naif bir film yapmış ki Jean-Luc Godard, Emile Zola esinli Nana karakterinin başına gelenleri, 'birine aşık, içimizden birinin kızı, kardeşi' olan bir Emineymişçesine sahici bir üzüntüyle izliyorsunuz.
Başından sonuna Brecht tarzı bir yabancılaştırma etkisiyle de, aslında bir çölleşme öyküsüdür Vivre Sa Vie. Tıpkı Toza Sor'da da söylendiği üzere: ''Her şey tozdan geliyordu ve her şey toza dönüşecekti''.

11 Aralık 2008 Perşembe

Muhsin Kalemi Kırık


Sinema tarihimizin en iyilerinden... Yavuz Turgul çok sayıda film çekti, bir o kadar da senaryo yazdı ama bu film sadece bir başeser değil, aynı zamanda da bir şaheser. Hani 'nasıl anlatsam, nerden başlasam' ile girip,'kaç kişiydik o zaman, kaç kişi kaldık şimdi' diye sormak lazım Muhsin Bey'e. Ama kendimi onlar arasında gördüğüm için değil, şarkı gelişi işte. Çam halindeyken 'eski kırık bardaklar'a dönüşen, yitirilen değerlere bir ağıt. Safiye Ayla başta olmak üzere Türk Sanat Müziği'ne bir saygı duruşuna geçilerken; adabında rakı içmeye, çiçeklere, kalan son azınlığa, 'sözünün eri' olmak için gösterilen azim, kararlık ve onura pek çoğu maalesef bugün tedavülden kalkmış 'eski güzel günleri' hatırlatan ve hatta yaşatan bir niteliğe sahip bir film Muhsin Bey. Bununla birlikte, Uğur Yücel'in canlandırdığı Ali Nazik karakteri üzerinden getirilen çatışma, Doğu'nun eleştirilmesinden ziyade, lümpenliği ve şirazesinden sapmış bir şark kültürünü hedef tahtasına koyuyor. Nitekim Eşkıya'da bunun neredeyse tam tersi olurken, 'yönetmenin burada neye seslendiği' daha net görülebilir. Yine filmde bu karşı, yayılmacı ve istilacı kültürün nasıl sığınmacı bir yapıdayken, başat bir hale dönüştüğünü; yani mazlumun zalim haline gelişini gözlemlemek mümkün. Aslında bu temaya benzer nitelikteki ünlü 'avken avcı olma' hikayesi Yavuz Turgul'un 1990 yapımı Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde görülebilir. Bu açıdan da belki Yavuz Turgul için auteur bile denilebilir.
Artık bağlayalım. Müzikler Atilla Özdemiroğlu'ndan, Şener Şen Muhsin Bey rolünde klişe ifadeyle 'oynamıyor yaşıyor'; Uğur Yücel, Sermin Hürmeriç, Osman Cavcı ve Doğu Erkan da yapbozu başarıyla tamamlıyorlar. Nefis bir iş, Türk Sineması için 'emsali görülmemiş bir galibiyet'.

El Topo: Anlaşılmaz, Yaşanır


Hani denir ya 'ilk entrim sen ol istedim', benimki de o hesap. Yazacağım ilk film bu olmalıydı. Her ne kadar dinsel ve mitsel göndermelerin, alegorik anlatımın, girift kurgunun ve daha pek çok şeyin 'sırrına vakıf' olamasam da, El Topo/Köstebek benim ve daha pek çokları için özel bir film. Yayınlandığı yıllarda büyük ses getiren ve başlı başına 'geceyarısı sineması'nın oluşumuna önemli katkılarda bulunan kült bir yapım. Alejandro Jodorowsky'nin yazıp, yönetip, üstüne bir de başrol oynadığı bu eserin içeriğine dair hiçbir şey söylemeden postu sonlandırmak da herkesin harcı (değil). Kabul etmek lazım.

10 Aralık 2008 Çarşamba

İcraatın İçinden

Daha çok sinema üzerine yoğunlaşacak bir blog bu. Sinema hadisesinin belini kırmayıp, sadece filmler üzerine kasacağım. Yoksa Kevin Spacey kimin burnunu ısırdı, Jessica Alba Reina çıkışı objektiflerimize yakalandı-sonra da soluğu çorbacıda aldı tarzı yaklaşımlardan uzak film yorumları olacak. Hani gelip de ''ya şu film hakkında ne demiş mösyö jantigana'' durumu olsun istiyorum, arzu ediyorum, evet bebek!

Bu arada başlığa bakarken de, 'icraatin' mi yoksa 'icraatın' mı olacağını da kontrol ettim. Hani temiz çalışırım, sıpınişi.

Başlamak

Heyecanlı bir an. Başlıyorum. Benim için ilk oluyor bu. İlki her zaman en zorudur derler!
Kısa kesip, 'vira bismillah' diyorum!