31 Ocak 2009 Cumartesi

Benny & Joon: Sam'in Videosu


Sürekli ileri sarılarak geçen bir 98 dakikaydı. Bu sayede sıkıntı azaldı, keyif zaten azdı. Böyle filmleri pek sevmiyorum işte. Bir sonraki adımı rahatlıkla tahmin edilebilen, süre doldurmak için manasız yan karakterlere yer açan ve bunların da filmin içeriğine yahut mesajına dair hiçbir şey katmamasıyla şaşırtan, yakışıklı olamadım bari sempatik olayım kaygısıyla 'şirinlik muskası' hareketlere yönelen ve bu sayede ilgi çekeceğini düşünen filmlerdir bunlar genel olarak. Niçin yapıldıkları da çok anlaşılmaz. Ağır bir eleştiri yazısı, kabul. Bu film bu kadarını da haketmiyor bittabi. Ancak yine de, belli bir samimiyet duygusu hissedilse de aynı kategoriye dahil olmaktan kaçamıyor Benny & Joon/Benny ve Joon da maalesef.


Johnny Depp, asri zaman Buster Keaton'ı Sam rolünde genç yaşına karşın oldukça başarılı. Hatta sessiz sinema döneminde yaşasa sıkı bir pandomimci olurmuş gibi hissettirdi bana. Aidan Quinn basbayağı kötü oynamış, diğerleri de idare etmiş. Julianne Moore'un genç halini gösterse de gelişini müjdelemiyor henüz film. O şeref bizzat Depp'e ait... Aslında kendi yağında kavrulan bağımsız, küçük bir film olsa çok daha hoşgörülü yaklaşabilirdim ancak bu film 'aslanlar gibi' MGM ürünü, bağımsız ayağına yatan bir yapım. Yine de izlenebilir elbet. Hatta televizyonda rastlanınca erkana da dalınabilir. Ancak film reklama girip kanalı değiştirdiğimizde filmi unutma, geç yakalama yahut geri dönmek istememe ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerek. Hele de bu film söz konusu olunca...

30 Ocak 2009 Cuma

The Lost Weekend: Tek Dostum İçkim, Sigaram


Sarhoşum Aaaah
Düşünmekten
Öldüm Ben Aaaah
Hep Sevmekten

Her Akşam Votka Rakı Ve Şarap
İçtikçe Delirir İnsan
Olur Harap
Kurtar Beni Bundan
Ne Olursun Ya Rab
Bitsin Artık Bu Korkunç Serap Serap

Her Akşam Votka Rakı Ve Şarap
İçtikçe Delirir İnsan Olur Harap
Kurtar Beni Bundan
Ne Olursun Ya Rab
Bitsin Korkunç Serap

Bittim Ben Aaaah
Düşünmekten
Yoruldum Aaaah
Hep Sevmekten

Her Akşam Votka Rakı Ve Şarap
İçtikçe Delirir İnsan
Olur Harap
Kurtar Beni Bundan
Ne Olursun Ya Rab
Bitsin Artık Bu Korkunç Serap

Her Akşam Votka Rakı Ve Şarap
İçtikçe Delirir İnsan
Olur Harap
Kurtar Beni Bundan
Ne Olursun Ya Rab
Bitsin Korkunç Serap

29 Ocak 2009 Perşembe

Show Must Go On!

Olayların böyle gelişeceğini hiç beklemiyordum. Sene başında bu dönem uzayabilir, zorlu, beş buçuk olma ihtimalim yüksek diyordum herkese. Bir anlamda da yolunu yapıyordum bu şekilde. Ama sonra burada yazmak istemediğim çeşitli olaylar, durumlar, düşünceler bu yıl bitirmem gerektiğini bana gösterdi. Yedi dersten finale girecektim. Burada ''finalle siz de kazanacaksınız'' sloganı da iyi gidebilirdi ama beleşten niye reklam yapayım, hariçten gazel okuyayım? İstedim ve çalıştım. Gerçekten çok... Öyle ki üniversite hayatı boyunca yayan, ders nedir bilmeyen havai(hatta buraya hawaii yazacak kadar rahattım) ve umarsız öğrenci olan ben ÖSS döneminden beri bu kadar çok ders çalışmamıştım. Tam bir uslu bir çocuk gibi derslerin altısını büte bırakmadan finalde geçtim. Su Temini ve Çevre dersi bütünlemeye kaldı. İsmen gayet portakallı pekin ördeği kıvamında durabilir, ancak kazın ayağı hiç de öyle değil. Hidroliğin bir kademe üstü, tam bir kasma durumu. Ama havaya girmiştim artık ben. Sözgelimi bilgisayarım arıza çıkarttı, sınavın ertesine yaptırdım. Medeniyetten uzak günler geçirdim. Evde duran bir çikolatayı bile sınavdan geçmeden haram bana diyerek reddettim. Üç beyazdan uzak durdum. Üç F'ten affımı istedim. Üç gün, üç gece düzenli yaşadım. Uykuma, yemeğime, sosyal yaşantıma dikkat ettim. Dün ise dersin bütünlemesine girdim. Sınav öncesi öyle heyecanım vardı ki anlatamam. Sınav sorularını görünce de nihayet gülümseyebildim. Müthiş bir dolulukla 40 puanlık soruyu yaptım ve o anda inanılmaz rahatlamıştım. Yaşadığım şey, orgazm gibiydi adeta. 'Oh yeah babe' dedim içimden. Tabi ki bana yeterli olmadı bu kadarı. Sınavla işim bitmemişti henüz. Diğer soruları da yaptım iştahla ve sonrasında kontrol de ettim. İşimi görür, iyi bir not gelecektir tahminim. Sorun çıkacak bir durum pek yok açıkçası ama bu dönem için bir aksilik çıkmazsa mezuniyete yürüyorum. Bu döneme göre çok daha kolay olan, ikinci dönem de geçtiğim takdirde sene sonu umuyorum diplomamı alacağım. Mutluyum, huzurluyum! Yalnız bu süre zarfında sabahları erken kalkmaya alıştığım için Müge Anlı İle Tatlı Sert programının müdavimi oldum, ona ne çare bulacağım bilemiyorum. En son fan gruplarına daimi üye olmuş, herkesi pokeliyor, davetiye yolluyordum. Bundan böyle bana, ''where's the party?'' diye soranlara yegane tavsiyemdir. Belli ki, ''şov devam etmeli''...
Edit: Sınav sonucu 77, ders notu BB geldi.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Little Miss Sunshine: Let the Sunshine In!


Ardı ardına İngilizce başlıklar atıyorum; ama bu demek değil Amerikan özentisiyim ondan böyle davranıyorum! Little Miss Sunshine/Küçük Gün Işığım tam da 'bırak güneş içeri girsin' diye haykıran süper sevimli, sapsarı-sıcak bir film. Filmin güzelliği de, tıpkı Edip Cansever'in enfes oyunu Ben Ruhi Bey Nasılım'da olduğu gibi her şeyin dönüşmesinden geliyor: ''Kahverengi bir çarşambadan sapsarı bir cumartesiye''...

23 Ocak 2009 Cuma

21 Ocak 2009 Çarşamba

Do The Right Thing: I Have A Dream Too


I Have A Dream demişti o efsanevi söylevinde Martin Luther King: ''Gün gelecek siyahlarla beyazlar kardeşçe yaşayacak; insanlar derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirilecek''. Evvelki gün, Martin Luther Günü'ydü. Doğum gününün yıl dönümü olması sebebiyle Amerika'da her yıl kutlanan bu özel günde, kendisi ve söylemi büyük bir coşkuyla yad edildi. Zira ne hoş bir tesadüftür ki dün, Kenya kökenli bir siyah olan Barack Obama resmen ve fiilen Amerika Başkanı oldu! Yemin töreninde yaptığı konuşmada; ''60 yıl önceye kadar beyazlarla aynı araca binemiyorduk, şimdiyse buradayız'' mealinde özellikle siyahların ayakta alkışladığı sözler söyledi. Eşitlik, kardeşlik, özgürlük vurgusu yaptı. Ben de bugün 'doğru olanı' yapıyorum ve 'çikolata renkli' yönetmen Spike Lee'nin ırkçılık hakkındaki başyapıtı Do The Right Thing/Doğru Şeyi Yap filmi hakkında yazıyorum.


Film belki de Barton Fink'e ilham kaynağı olan sıcaklıktaki günlerde ve görüntü kalitesinde, siyahların ağırlıkta olduğu bir mahallede geçiyor. Bu mahallede Koreliler, beyaz Amerikalılar ve olayların kaynama noktasında bulunan İtalyanlar da yer alıyor. İtalyanlar pizzacı; baba Sal (Danny Ailleo), oğulları Vito (Richard Edson) ve Pino (John Turturro) ile birlikte dükkanı işletiyor. Aynı dükkanda Sal'in ''seni oğullarımdan ayrı tutmuyorum'' dediği servisçi Mookie rolünde Spike Lee oynuyor. Kadro da hayli geniş bu arada. Çavuş karakterinde Ossie Davis harikalar yaratıyor, üstteki fotoğrafta çiçek verdiği flörtü Mother Sister rolünde Ruby Dee ve zihinsel engelli performansıyla John Savage iyi iş çıkarıyor. Ayrıca filme leziz bir çeşni katan; The Night Of The Hunter/Caniler Gecesi filmindeki içten pazarlıklı, çakma papaz Robert Mitchum'ın parmaklarındaki Love-Hate dövmesini ve söylemini yüzükleriyle dile getiren, böylelikle de filmin mixeri olacağının işaretlerini veren(nitekim Mookie kader anında Hate diyerek olaya girişir) Radio Raheem ile bir filmde duyduğum en komik lakaba sahip olan Sweet Dick Louie karakterlerini de es geçmemek gerek.

Bu filmde de yine önemli siyahi isimlere, değerlere bir övgü geçidi düzenlenmiş. Başta Martin Luther King ve Malcolm X'e film boyunca saygı duruşunda bulunulması, Samul L. Jackson'ın oynadığı DJ karakterinin radyo yayını esnasında mühim siyahi şarkıcıların isimlerini tek tek söyleyerek onlara teşekkür etmesi, film boyunca Public Enemy başta olmak üzere hip hop parçaları hep bu mantalitenin beyazperde üzerindeki tezahürü.

Spike Lee, Amerikan Sineması'nın New York kanadında Martin Scorsese ve Woody Allen'la kapışabilecek denli bir bayrak adam. Koyu bir New York Knicks fanı, azılı bir aktivist, 'black and proud' yetenekli bir yönetmen. Siyahların sorunları, günlük yaşantıları, gettolardaki olaylar, liderlerinin yaşamları; Lee'nin sinemasında merkeze otursa da yalnızca bununla sınırlı kalmıyor mahareti. Dedikten sonra, şimdi de kısa bir ara... Hepsi ve daha fazlası için? Yönetmenin başka filmlerini yazacağım da o yüzden, tam bir laz mütteahhit modunda malzemeyi çalıyor ve sonraya saklıyorum.

19 Ocak 2009 Pazartesi

La Zona: Bölge Etme...


Parsel Parsel Eylemişler Dünyayı
Bir Dikili Taştan Gayrı Nem Kaldı?
Dost Köyünden Ayağımı Kestiler
Bir Akılsız Baştan Gayrı Nem Kaldı?

Padişah Değilem Çeksem Otursam
Saraylar Kursam Da Asker Yetirsem
Hediyem Yoktur Ki Dosta Götürsem
İki Damla Yaştan Gayrı Nem Kaldı?

Nice Dertler Gördüm Derman Çıktılar
Çok Aliler Gördüm Osman Çıktılar
Eski Dostlar Bize Düşman Çıktılar
Birkaç Türlü Uftan Gayrı Nem Kaldı?

Mahzuni Şerifim Çıksam Dağlara
Rastgelsem De Avcı Vurmuş Marala
Doldur Tüfeğini Beni Yarala
Bir Yaralı Döşten Gayrı Nem Kaldı?

17 Ocak 2009 Cumartesi

Bonnie And Clyde: Öz Hakiki Katil Doğanlar

Amerikan Bağımsız Sineması, 60'larda şiddeti anlatmaya meyyal yönetmenlerin 'vallahi dertten' eyledikleri filmlerle bir tür Altın Çağ yaşamıştı. Sam Peckinpah, Arthur Penn, İngiltere'de kalarak bağımsızlığını korumaya çalışan Stanley Kubrick gibi yönetmenlerin o dönemki eserleri bugün bile heyecanla izlenen klasikler. İşte Arthur Penn de devrin has adamlarından biri olarak ihsan eyledi bu üst yapıtı. Bu film sinema tarihinde pek çok şeyi değiştirmiş, filmlere birebir etki etmiştir. Ve iddia ediyorum. Bonnie and Clyde/Bonnie ve Clyde olmasaydı ne The Godfather/Baba'dan, ne de Natural Born Killers/Katil Doğanlar'dan böyle büyük bir övgüyle bahsedebilirdik. Bu filmin sinema tarihine yansıyan ışığı; izleyici nezdinde pek de büyük bir gölge oluşturmazken, bazı yönetmen ve senaristler için fırtınalı, karanlık bir havada kıyıdaki deniz feneri işlevi gördü.

Filmin konusunu anlatmaya geçerken, postu hareketlendirelim. Kahramanlarımızdan Bonnie, ''Ah azizim nerede kaldı o eski hırsızlar?'' diye sordurabilecek mizaçta bir karakterdir. Zeki, esprili, ince, yakışıklı ve yeteneklidir. Ancak bir kusuru vardır Bonnie'nin; iktidarsızdır. Hırsızlık aleminde seyyah olmuşken, bir taşra kasabasında tanışır Clyde'la. Kısa zamanda bir suç ikilisi haline gelirler ve hemen 'bapbap şubabbap' olayına girerler de, tabi o işler öyle olmaz. Bonnie kaldıramaz Clyde'ı. İlişkilerinin dengesini de biraz bu belirler. Küçük bir hırsızlık serisi sonrası, banka soygunu için arabayı kullanacak birine ihtiyaç hasıl olur. Benzincide çalışan bir genci istihdam ederler; hem de tüm sosyal hakları hiçe sayarak. Bu üç kişiye, Bonnie'nin kardeşi rolünde Gene Hackman ve filmdeki şapşal zevcesi de dahil olur. Kısacası Ajdar Anik tabiriyle 'grup olmuşlardır grup'. Az zamanda büyük işler başarıp, ülke çapında üne kavuşurlar ve yazgıları elbet gitgide kesinlik kazanır.

Bonnie karakterini canlandıran Warren Beatty, ömür boyu ekmeğini yiyeceği bir karizmaya sahip olmuştur bu filmde. Beatty, bu filmin ardından o dönem 'hot prospect for future' bir yönetmen olan Francis Ford Coppolla'nın yeni başladığı bir proje için teklif alır. Ama teklifi, hakkında şarkı bile bestelenecek olan(Carly Simon'un dönemin listebaşı şarkısı You're So Vain) o ünlü kibri yüzünden kabul etmez ve filmde oynamayı reddeder. Sonrasında o rol, o dönem neredeyse hiç tanınmayan birine, Al Pacino denilen bir aktöre gider(projenin ise efsane The Godfather serisi olduğunu söylememe gerek var mı?). Faye Dunaway Clyde olarak kariyerinin ilk büyük çıkışını gerçekleştirir ve yanlarında işe aldıkları yardımcı genç rolünde Michael J. Pollard performansıyla ödüle boğulur.


Son olarak, filmin gerçek bir hikayeden uyarlandığını da eklemek gerekir. 1930'lu yıllardaki aynı adlı katil çiftin ilginç yaşam öyküsü biraz da tahrif edilerek sinemaya aktarılmış. Yine de hakkında bu kadar uzun yazmama rağmen, filmi fazla sevmediğimi de söylemeden geçmeyeyim. Saygı uyandırıcı, iyi bir yapım; izlenmesi gereken başarılı bir klasik. Ancak o kadarı, ötesi değil kanımca.

15 Ocak 2009 Perşembe

...

Her gece yıkanırım. Havalar soğuk bu aralar; üşümemek için ben de duş ile diş fırçalamayı aynı ana denk getiriyorum geceleri. Zaten duştan çıktıktan sonra diş fırçalamak için pek vaktim de yok. Zorlu finaller nedeniyle banyo işleri aynı anda ve mümkün olabildiğince çabuk bitmeli olarak görüyorum şu an. O derece psikopata bağladım yani, anlayın halimi. İşte dün gece de, yıkanmanın bitimine yakın dişlerimi fırçaladım, ağzımı kuruladım ve diş fırçamı fırça kabına koydum. Son yazdığım, normalde sıradan bir cümle olarak görülebilir ama açıkçası benim için burada özel bir durum, tuhaf bir duygu söz konusu.

Anlatayım.

Ablam evlenmeden önce diş fırçamı fırça kabına bir türlü koyamazdım. Hem de benimkisi gayet küçük, az yer tutan ve teknolojiden de zerre nasibini almamış bir fırça olmasına rağmen. Çünkü diş fırçam; evdeki diğer fırçaların, büyük banatların arasında nedense duramaz ve dayanamayıp yere düşerdi hep. Fırça kabı da aşağıdan delikti o dönemler. Aradan mı sıyrılırdı, üstten mi devrilirdi bilmem ama yerden toplardım çoğu zaman. Sonra da fırça kabına değil çamaşır makinesinin üstündeki sabunların, tarakların, küçük aynaların vb. bulunduğu hasır sepete koymaya başladım. Genellikle de orada dururdu. Sonra ablam işe başladı. Fırçasını da, işi sebebiyle gittiği yerlere götürüyordu arada. Ama genelde fırça kabında oluyor, oradan görülebiliyordu. Benim de zaten hevesim geçmişti. Sepetin içerisinde duruyordu fırça; yerinden bir şikâyeti yoktu, üstelik gayet de memnundu halinden. Sonra ablam evliliğe doğru adımlar atmaya başladı. Değil fırçayı kabında görmek, fırçanın kendisini bile göremez oldum. Nadiren rastlıyordum ona, o da eğrisi doğrusuna denk gelirse. Diş fırçamı fırça kabına koymak için yer olsa da, benimkisi yine de sepetteydi. Arada farkında olmadan kaba koyuyordum, ama kafamda hala bir koşullanma vardı sepete koyacağım diye.

Ablam evlendi sonra. Aradan aylar geçti. Dün gece banyodan çıktım; bayağı ıslaktım ve havlu bakınıyordum. Diş fırçamı fırça kabına, annemin babamın fırçasının yanına koydum. O an fark ettim. Herkesin fırçası vardı da bir ablamınki yoktu. O uzaktaydı. Ben de diş fırçamı kaba koymuştum. Yıllardır gündelik hayatımın bir parçası olan, geçmişte bunun için de çaba gösterdiğim şey o anda olmuştu işte.
Mutlu değildim.

11 Ocak 2009 Pazar

Hey Kaptan, Bizim Kaptan!


Her daim ödüllü filmleri, ünlü eserleri, klasikleri yazacak değiliz ya... Bu sefer de sıcak yorganın altında kalıp, hasta olmayayım diye okula gitmediğim(ya da bahanesiydi açık olayım) karlı bir ikindi vaktine denk gelen Kaptan'la devam ediyorum. O esnada uykuluydum biraz ve televizyonda da bir şeyin akıp gitmesine ihtiyacım vardı. Sonra birden başladı film. Bazı tereddütlerin ardından kalayım dedim ve zorlanarak da olsa, başından sonuna dek izlemeyi başardım. Memnun da kaldım hani. İnsanı germeyen, arabesk felsefesinden, sözgelimi Ferdi Tayfur filmlerindeki o bitmek bilmez acılardan, sancılardan uzak, keyiflice bir filmdi. Evet yazgıları belliydi, yaşanabilecek olaylar da hakeza ama film bir şekilde izlenebiliyor işte.

Kaptan, bizim kaptan; afişteki Orhan Gencebay. Adonis kasları, gönül telini titreten şarkıları, fena halde cool hatta amiyane tabirle 'ayıya bağlayan' tavırlarıyla hayat okulundan mezun bıçkın bir ihtiyar delikanlı. Partneri Hülya Avşar ise zengin, yurt dışında okumuş, şen dul bir 'boyalı bebek'tir. ''En güzel aşklar nefretle başlar'' temalı ilişkileri, bir tür Stockholm Sendromu'yla alevlenir. Sonunda ise göl kenarındaki tartışmalı bir sahneyle(kanımca cima) olay biter. İki yabancıyken, iki sevgilidirler artık. Film boyunca 'sınıf farklılığı' temalı söylem sıkar biraz ama bunun açığını da bol atraksiyon ve kötü oyunculuk kapatır. Yalnız film hakkındaki detaylara bakarken, yönetmenin Zeki Alasya olduğunu fark ettim. Hazzetmedim kendimden...

9 Ocak 2009 Cuma

Uccellacci E Uccellini: Serçeler Ve Serseriler


Tam anlamıyla ''Risin' up/Back on the street'' tadında bir hafta geçirdim. Sınavlar nedeniyle hayatı 'kaplanın gözü'nden görüp, kafamda tuğla kıracak raddeye geldim! Öylesine bir azim, öylesine bir cefa... Uykusuzluk had safhaya ulaşsa da, bu boş anımın sefasını sürüyor ve Rocky modundan çıkıp azimli bir sinemasevere dönüşüyorum. Bu açıdan da bir başka İtalyan'ın; tescilli provokatör, hemzemin yönetmen Pier Paolo Pasolini'nin Uccellacci E Uccellini/Şahinler ve Serçeler filmini takdim etmekten büyük haz duyuyorum. Zira genel çerçevede ve Pasolini'nin şu ana dek gördüğüm işleri içerisinde şüphesiz en eğlenceli, en iyi filmlerinden biri olma özelliğini taşıyor bu eser.


Evvela film son derece keyifli bir jenerikle açılıyor. Film ekibi baştan sona jenerikteki tekerleme biçimindeki şarkıyla tanıtılmış. Yine de çok uzun sürmüyor bu fasıl. Çünkü kadro son derece sınırlı; filmde iki başrol oyuncusu var ve handiyse tüm olaylar bu ikili arasında yaşanıyor. Büyük komedyen Toto hem din adamı, hem de baba rolünde oldukça başarılı; o dönem 18 yaşında 'havai bir genç' olup bugün 50'li yaşlarını süren, Pasolini'nin favori aktörlerinden Ninetto Davoli ise gençliğin verdiği toyluk, canlılık ve ateşle filmin 'güç kaynağı' olmuş. Bu iki aktöre de film boyunca bilgece konuşan bir karga eşlik ederek filmin ismini ve niteliğini vurgulamış.

Özü itibariyle de epey 'kasıntı' durabilecek bir filmmiş aslında Uccellacci E Uccellini/Şahinler ve Serçeler. Zira film her dem göndermelerle ve alegorik alt metinlerle bezeli. Öyle ki komünist lider Palmiro Togliatti'nin cenazesinden gerçek görüntüler bile yer alıyor filmde, hem de izleme babında düz bir algıyla alenen alakasız bir anda. Ancak Ennio Morriccone'nin hakkında olumlu sıfat yazmaktan bıktıracak kalitedeki müzikleri, iki 'yırtık' aktörünün yarattığı müthiş sinerji ve (bunu söylemekten pek hazzetmesem de) Pier Paolo Pasolini'nin başarılı yönetmenlik hamleleriyle gayet lezzetli bir film olmuş. Bu filmi de, tuhaf bir biçimde bugünlerde popüler olan ''damak tadıma uygun değil'' gerekçesiyle beğenmeyenlerin önüne ise yine Pasolini'nin Salo O Le 120 Giornate Di Sodoma/Salo ya da Sodom'un 120 Günü filmini koyuyorlarmış. Uyarmadı demezseniz, biz de nasipleniriz.

8 Ocak 2009 Perşembe

1979

Mantar İle Krema Ayrı Düşmesin ne kadar korkunç bir yazarmış öyle, inanamadım! Hiç beğenmedim ya, böyle bir yazı olmaz olsun! Aynı zamanda yalancı bir çobanmış da; yalvararak istedi benden oysa yazmayı. Sonrasında ise komple yaptılar bana ve alenen oyuna getirildim! İyi oldu da aslında bunları yazdığım. Çünkü böyle yazacaksa bu tarz kötüleme çalışmalarına devam etmem lazım benim. Yoksa bloğu resmen ele geçirecek, herkes de zaten onu seçecek, o olacak! Şirinliklerime de burada bir son veriyorum artık ve çok teşekkür ediyorum kendisine. Gerçekten çok hoş, pek güzel olmuş. Çok da beğendim, ellerine sağlık. Ve finaller nedeniyle, yine bir fotoğraf karesiyle devam ediyoruz. Bundan tam 30 yıl önce çekilmiş. Bir film karesinden alınma değil ama. Bir gazinoda assolist olarak sahne alıyor Filiz Akın ve onu sahnede yalnız bırakmıyor o yıl aramızdan ayrılacak olan Ayhan Işık...

6 Ocak 2009 Salı

Moliére: Çok Yaşa Aşk!


Öncelikle okumaktan inanılmaz keyif aldığım bu blogda kalbi kadar temiz beyaz bir sayfa ayırdığı için monochrome’a teşekkürlerimi sunuyorum:) Olaylar pek bi sevgili monochrome’un bir akşam arayıp “blogumda sen de bir yazı yazmak ister misin?” demesiyle başladı. Başta bu beklenmeyen durum karşısında şaşırdım biraz. Sonrasında keyifli olabileceğini düşünürek işe koyuldum.
İlk sırada seçilecek film vardı. Hangisini tercih edeceğimi bilemedim. Özellikle son zamanlarda öyle filmlerin tesiri altında kaldım ki o kadar fazla seçenek arasında çok kararsızdım. Dün ne olduysa şimşekler çaktı kafamda ve bir film geldi aklıma. Bazı insanların hayatında dönüm noktası olarak addedilecek olaylar vardır. Bunlar öyle bir zamanda devreye girer ki, artık vuku bulan olayın/durumun öncesi ve sonrası belirler gidişatı. İşte benim de hayatımda bir film vardı. Yağmurlu bir festival akşamında izlediğim ve sonrasında, “Bir gün bir film izledim ve tüm hayatım değişti.” cümlesini kurabileceğim cinsten bir film.

Soruyorum sizlere Moliére’i nasıl bilirdiniz? Fısıldamalar geliyor kulağıma; ya Cimri’nin yazarı değil mi, ha bir de Fransız, yahu Kibarlık Budalası’nı da o yazmıştı dimi! Pek tabi ortaokul sıralarından itibaren biliyoruz biz bunları. Durun ama bu başka Moliére, yani sizin genelini bildiğiniz ama özelini pek bilmediğiniz. Alt tarafı bir Fransız oyun yazarı da değil üstelik, çok daha fazlası. Künyeye gelelim isterseniz; çok yeni 2007 yapımı, yönetmeni Laurent Tirard kendisini bu film dışında tanımam etmem, peki Moliére mi kim? O da Arsen Lüpen’den tanırsınız belki Romain Duris ki, Fransa’dan çıkma en yetenekli aktörlerden biri. Esas kadın rolünü ise Laura Morante üstleniyor.



Film 1658 yılında, Moliére’in kumpanyasıyla beraber çeşitli köylerde, kasabalarda çalıştıktan 13 yıl sonra Paris’e dönmeleriyle başlıyor, kısa bir tirattan sonra tekrar 13 yıl geriye asıl olayların başladığı zamana gidiyor. Moliére iflas etmiş bir kumpanya sahibidir ve icralık olup hapse düşer. Şanslıdır ki zengin bir adam onun borçlarını ödemeyi teklif eder, karşılığında ise oyunculuk dersleri vermesini ister. Moliére; Jourdain isimli bu zengin adamın evine yerleşir, ailenin içine dahil olur ve gülünç olaylar silsilesi başlar. Günler geçtikçe bu zengin ama şapşal adamın karısının zerafeti Moliére’in başını döndürür. Jourdain denen kart horoz başka bir kadını etkilemek için çırpınırken diğer tarafta aşk tomurcukları fidan vermiş, Moliére üstün yeteneğiyle leydiyi etkilemeyi başarmıştır derken tam da burada kesiyorum izninizle. Sonrası merak, içimde bir merak, öyle bir merak ki... Diyerek izleyiciye bırakılsın istiyorum. Son olarak Romain Duris’in oyunculuk dersi vererek at takliti yaptığı bir sahne var ki, film bunun için bile izlenebilir.
Mandalina portakal,
Sevgilerle hoşça kal.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Deliverance: Bu Nehir İnsana Tuzak Kuruyor

Şerif Gören'in 1977'de çektiği bir film vardır, Nehir isminde. Haftaiçi öğlen saatlerinde, vakit geçsin diye gösterirdi Star TV. Şimdi film nerededir, kim, nasıl gösteriyordur bilmem. Ama o dönemlerde rastlayınca fena halde sinirimi bozardı bu film. Başka kanallarda o saatlerde pek birşey olmamasına rağmen, yine de çok takılmadan kanalı değiştirirdim. Başrollerde salon adamlığından dava adamlığına geçiş yapan Tarık Akan ve tüm hafifmeşrepliğiyle Müjde Ar oynardı. Sıkıntı verirdi enikonu. İşte John Boorman'ın 1972 tarihli Deliverance/Kurtuluş adlı filmi, Türk işi Nehir'in orijinal hali. Yine sıkıntılı bir film; ancak fark şu ki Boorman'ın yapıtında çok daha nitelikli bir 'can sıkıntısı' var elbette.

Şehirde gayet güllük gülüstanlık, sakin birer hayat süren dört arkadaş; kano yapmak, avlanmak, maceraya atılmak yani kısacası belalarını bulmak amacıyla ''kimselerin görmediği, görüp de gitmediği'' bir nehre giderler. Nehir, yakın zamanda baraj gölüne bir tür 'gizemli nehir'dir. Dört arkadaşı, dört ünlü oyuncu canlandırır. Ned Beatty ve Ronnie Cox burada sözün gelişi ünlü oyuncu payesini almışlardır almasına ancak 'ağır abi' triplerinde ezelden beri sevmediğim Burt Reynolds ile Cüneyt Tanman'ın yıllar önce ormanda piknik esnasında kaybettiği ikiz kardeşi Jon Voight filmin esas yıldızlarıdır. Tabi filmde banjo çalan engelli çocuk rolündeki Billy Redden'in kalbini kırmamak da gerek. Düet sahnesinde banjosuyla döktürmüş resmen.

Son derece rahatsız edici, sıkıntı verici, gerilimli bir film Deliverance/Kurtuluş. Bu yönüyle de, İngiliz yönetmen John Boorman'ın pek de başarılı olduğu söylenemeyecek yönetmenlik kariyerinin en şahika işi şüphesiz ki. Zira bu filmden sonra, o dönem çektiği Bond filmleriyle karizmanın sözlük anlamı, devrin ilahı olan Sean Connery'e kırmızı kilot altına siyah çizme giydirdiği vb. filmler çekmeye kalktı nitekim...

3 Ocak 2009 Cumartesi

2 Ocak 2009 Cuma

[Rec]: Kameramla Apartmanda


Yılbaşı gecesi korku filmi izlemek ne denli doğru bir tercih tartışılır. Hele ki When Harry Met Sally/Harry Sally ile Tanışınca ve Before Sunrise/Gün Doğmadan gibi gayet 'şeker şurup' alternatifler de varsa... Ama sonra ne oldu? Kanıma girildi ve evvelden methini pek duyduğum bu korku filmini izlemeye karar verdik. Film çoğu korku filmi gibi 'siz gülün gülün ama sonradan böyle gülemeyeceksiniz nihaha' formunda başladı. Filmin süresi olan 80 dakika boyunca da; arada gözlerini kapatanlar, filmdeki gergin atmosferi dağıtmak için konuşmalarla mevzuyu sulandırıp rahatlamaya çalışanlar, içten içe korkup dışarıya belli etmemek uğruna mutfağa gidiyorum, bir şeyler alıcam bahanesine sığınanlar oldu. Ancak yine de, fena halde konsantre vaziyette seyrettim ben [Rec]/Ölüm Çığlığı'nı. Her detayını, her planını aklıma naklettim ve izlerken de keyif aldım. Ancak hiç korkmadım. Kabul, hafiften tırstırıcı bir etki yarattı; ama korku filmi izleme kültüründen gelen alışkanlıkla yapım hilelerini ya da olay örgüsünü tahmin edebilmeniz filmin gücünü epey azaltıyor. Yalnız bu postun ilk paragrafı da megalomani sınırlarını epey zorladı, o da ayrı bir kabul.

Film bir sunucunun kameramanıyla birlikte, haber yapmak için itfaiye teşkilatını ziyaret etmesiyle başlıyor. Sunucu Angela Vidal ile kameraman Pablo(filmde yüzünü görmeyiz) bir televizyon programı için yapacağı haberde biraz da 'ekşın' olsun hesabı gelen ihbar üzerine itfaiyeyle birlikte göreve çıkarlar. Gittikleri apartmanda kelimenin tam anlamıyla işler çığrından çıkmıştır ve olaylar da hiç beklemedikleri şekilde gelişir. Bu çerçevede, yaşananlar güçlükle de olsa kamerayla kayda alınır ve böylece de gazeteciliğin/haberciliğin ne kadar önemli ve hayati bir iş olduğu vurgulanır. Çeşitli kimyasal çalışmaların, deneylerin insan hayatı için tehdit oluşturabileceği konseptli klişe korku teması bu filmde de işlenir. Bununla birlikte 'real time' olarak gerçekçi bir şekilde akar film; atmosfer, kurgu ve oyunculuklar son derece başarılıdır. Üstelik düşük bir bütçeyle başarılmıştır tüm bunlar. Buradan da bizdeki pespaye muadillerinin, başarısızlıklarına kılıf bulma adına 'bütçe yok' diye ağlanmasının ne denli yersiz olduğunu kanıtlar niteliktedir.

1 Ocak 2009 Perşembe

Sömestra Kadar Bekle Bandini


Güle güle 2008, hoşgeldin 2009. Yıllar böyle geçiyor ya, geçsin. Mutlu bir dönemimdeyim, yeni yılın da güzel geçmesini dilerim. Herkes adına tabi. Huzur, sevinç, başarı, aşk ve esenlik de getirsin gelirken, dolu dolu 'hoş gelsin' işte... Yeni yıl kasvetli başlıyor benim için. İki hafta finaller, sonra bir hafta aranın ardından iki hafta bütler. Dolayısıyla çok yoğun ve kritik bir dönem olacak benim için Ocak. Çok güncelleyemesem yahut ilgilenemesem de bloğa yazmaya devam edeceğim; 20+ postu bulacağıma da inanıyorum. Ama biraz seri, ama biraz üstünkörü. O yüzden çok kimse kalmazsa kemik okuyucuma, hiç kimse kalmazsa da kar tanelerine yazarım. ''Az yağarlar?''. Olsun, anlatırım...