





Twilightmanianın ne serisine, ne popularitesine bulaşmamış biri olarak izledim filmi. Açıkçası film Radiohead videoklipleri görselliğinde ki, filmin sonunda çalan In Rainbows'tan 15 Steps de durumun apaçık işareti. Bunun dışında, MTV/VH1 ergenleri için cool ya da kıyak olabilse de konsantre Smallville olmaktan öteye geçmedi film benim için. İmdb'den bu kadar düşük-şu an için 6.0- almayı da haketmiyor gerçi ama serinin yeni filmi Twilight Saga da çıkacak ve bu seri de böyle uzayacak ya fuckin' waste diyorum.


Az kişinin pek iyi bildiği filmlerden biri olması nedeniyle, şanslı azınlıktan biri olarak kendimi addetmemi sağlamış film. Yönetmen Peter Bogdanoviç'in The Last Picture Show'un ardından çektiği en iyi film. Kurgunun, metnin ve diyalogların şahane aktığı film. Başrollerinde bir anlamda baba-kızı oynayan oyuncuların gerçekten de baba kız olduğu, ufaklığınsa şahane iş çıkardığı film. Osman Seden'in çektiği Tarık Akan, Necla Nazır ve Sarı Vosvos'lu Ateş Böceği'nin çokça esinlendiği film. Adını ay şeklindeki dekorun üstüne oturularak çekilen hatıra fotoğraflarından alan film. Güzel film, vesselam...

Göçmenlik, güçsüzlük, yoksulluk, yoksunluk gibi gri, 'puslu manzalar'a dair bir Werner Herzog demir leblebisi. Ne yenilir, ne yutulur olayının da ötesinde taşınmıyor bile. Gerçekten ağır, yoğun bir demir leblebi bu. Başrolünde oynayan Bruno S.'in kendi hayatından çeşitli kesitlerin yer aldığı film, karamsarlığıyla insanın canını sıkıyor. Bu eğlence karşıtı can sıkıntısı anlamında değil; içten, canda bir sıkıntı hali oluyor filmle ilgili. Amiyane tabirle 'alışmadık götte don durmaz' temelli yapısı, yankee diyarında dans eden ve piyano çalan tavuklarla sona ermesi ve film boyunca akan hüzünlü, güzel müzikleriyle kuşkusuz acı bir film. Herzog, filmleri tüketip unutmaya alışmış bünyelere demir leblebisiyle 'orada bir dur hele' diyor.



Filmi bu kadar güzel ve anlamlı kılan soundtrackinin şerefine kaldırıyorum kadehimi! Al The World Is Green, La Mer, Green Grass gibi şarkılarla akla ve kalbe nakletti bu film kendisini. İçerik babında biraz zayıf olsa da, yönetmenlik açısından vasat bir kariyer çizen Julian Schanabel'in açık ara doruk noktası olan Le Scaphandre Et Le Papillon/Kelebek Ve Dalgıç Giysisi naifliği, sakinliği ve gerçek hayattan uyarlanmış nedeniyle insanın içini buruyor. Bunun üzerine de kadeh kaldırılmaz işte. Sam, As Time Goes By'ı çalmıyor çünkü...









Fransızca sözlüğü açtım ve sıkıcı kelimesine baktım. Ennuyeux başta olmak üzere bir sürü sözcük yazıyordu. Hayret ki ne hayret! Ben olsam oysa şöyle tanımlardım; ''1967 yılında Jean-Luc Godard'ın Week End/Hafta Sonu ismiyle çektiği film.'' Bu filmi izlerken ne acılar çektim bir ben bilirim. Mecazen; öldüm öldüm, dirildim. Resmen; sinema değil vaaz izledim. Müteakiben ise cuma namazına gitsem çok daha eğlenceli olurdu eminim. Totem ve Tabu, Lewis Carrol-Emily Bronte, Napoleon ve yüzlerce gönderme var ama alayına isyan, inadına sıkıcı. Ve böylesine ayar olduğum bir filmden daha da uzun bahsetmek doğama aykırı. 


Filme geçelim. The Wrestler/Şampiyon tamamen farklı bir konuyu anlatsa da bir anlamda Rourke'un günah çıkarması olmuş. Bu nedenle de dramatik olması elbette kaçınılmazdı. Peki ya yönetmen? Darren Aronofsky ayrı parantezi ister. Rourke'a gösterdiği ihtimam ve ona bir şans daha vererek, bir daha hiç başrol göremeyeceğimizi sandığımız bu oyuncuya böyle bir rol vermesi son derece incelikli. Rourke da bu güveni hiç boşa çıkarmamış; fiziksel/mental anlamda, Raging Bull/Kızgın Boğa ile sinema tarihinin en hayvani, en deli performanslarından birini sergileyen De Niro'yu anımsatan bir portre çizmiş. Belki çok derinlikli değil ancak yine de film 'olmuş' işte. Hele ki son sahnesiyle kendi çapında, kanımca unutulmaz olmayı da başarıyor.
Türk Sineması'nın pek de bilinmeyen filmlerinden. Bunun nedenini televizyonda bayıltana kadar gösterilmemesine ve uyuz sonuna bağlamak lazım biraz da. 500'ün üzerinde senaryo yazdığı rivayet olunan ulvi kişilik Bülent Oran'ın cut-up tekniğinden ve karbon kağıdından bol bol yararlandığı klişe konusuna, uyarlandığı romanın 'seyirciye istediğini vermeyen' sonu filmi amiyane tabirle piç etmiş. Bu filmde performansından ziyade rolünden ötürü pek övmek istemediğim Sadri Alışık, hoş kadın(ve geceleri boş kadın-olarak yaftalanır-) Zeynep Aksu ve 'acar doktor' kabilinden Fikret Hakan filmin üç tas, hası. Bunlara bir de elindeki maşayla Aliye Rona ve o kötücül coolluğuna yakışmayan halim selim tavırlarıyla Erol Taş da eklenince ortaya 'gırgıriyede şenlik var' havası çıkmış. Film eğlenceli değil, lakin keyifli akıyor.
Il Conformista/Konformist; Mussolini'nin faşizan İtalya'sında, karşıt görüşlere tahammülü olmayan faşist 'derin' güçlerin toplumla olan çatışmalarını ve bu ortamda yeşeren konformist/pragmatik bir karakterin siyasete, aile kurumuna, din-birey/kadın-erkek ilişkilerine ve bir Bernardo Bertolucci klasiği olarak cinselliğe ve özgürlüklere dair bakışını, yaşadıklarını anlatan, soran-sorgulayan, buradan da çeşitli analizlere ulaşan cinsellik ve siyaset temalı bir filmdir.
''Yanisi'' bu tarz entel yorumlara ve fotoğraflara aldanmayın, feci sıkıcı bir filmdir.


Kamyonlar Kavun Taşır Ve Ben
Boyuna Onu Düşünürdüm
Kamyonlar Kavun Taşır Ve Ben
Boyuna Onu Düşünürdüm
Niksar'da Evimizdeyken
Küçük Bir Serçe Kadar Hürdüm
Sonra Alem Değişiverdi
Ayrı Su Ayrı Hava Ayrı Toprak
Sonra Alem Değişiverdi
Ayrı Su Ayrı Hava Ayrı Toprak
Mevsimler Ne Çabuk Geçiverdi
Unutmak Unutmak Unutmak
Anladım Bu Şehir Başkadır
Herkes Beni Aldattı Gitti
Anladım Bu Şehir Başkadır
Herkes Beni Aldattı Gitti
Yine Kamyonlar Kavun Taşır
Fakat İçimde Şarkı Bitti

Uzun zamandır filmleri İngilizce altyazıyla izliyorum. Hem dilim gelişsin, hem de pratik olsun hesabı; ''dil, din, ırk'' ayırt etmeden önüme gelene aynı muameleyi yapıyorum genelde. Bazı filmleri Türkçe altyazıyla izlemek durumunda kalıyorum elbet. Sözgelimi Woody Allen filmleri... Filmlerinde o kadar çok diyalog, gönderme vs. var ki, Türkçe izlerken bile geç algılayabileceğim şeyler İngilizce olarak gayet kasıyor. Bu pek de tanınmayan film için İngilizce altyazı biraz da zorunluluktu ama sonuç beklentimin de dışında oldu. İzlerken epey zorlandım W.R.-Misterije Organizma/Organizmanın Sırları'nı; bu durumun da eklenmesiyle zaten bayık olan film iyice sıkıcı hale geldi. Zira fena halde didakti ve ötesi belgesel türeviydi. Dedikten sonra, kötüleme seansına ikinci paragrafla devam edeyim.
Film, Freud yamağı Marksist psikanalist Wilhelm Reich'in çalışmalarını esas alıyor. Haliyle de orgazmdan, cinsellikten, anatomiden bahsediyor. Fakat bununla kalsa iyi; sosyalizm, kapitalizm, komünizm, faşizm ve aklına ne gelirse onun eleştirisini yapıyor. Hepsini bir potaya yedirebilmiş de değil üstelik. Hani ilk filmlerini çeken yönetmenlerde görülür, acemiliktendir. Kafalarındaki her şeyi ilgili-ilgisiz, belli bir öze oturtmadan kadraja dökmek isterler. Ancak sonuç ekseriyetle hüsran olur; ortaya müthiş bir kakofoni, yapaylık ve dağınıklık çıkar. Bu filme de bu olmuş işte. Tecrübeli olarak adlandırılabilecek(!) Dusan Makavejev resmen kafasına göre çalmış, oynamış. Üstelik görsel estetik ve sanatsal üslup anlamında Andy Warhol filmlerine 'kağıdını aç da bakayım' demiş gibi. Ben de 'neyse ne' diyorum ve daha da agresife bağlamadan postu sonlandırıyorum.
Genç Olduğun Zamanları HatırlaEfsane deniz adamı Kaptan Jacques-Yves Cousteau ile birlikte çektiği Oscarlı Le Monde Du Silence/Sessiz Dünya adlı belgeseli saymazsak, Louis Malle'ın ilk kurgusal uzun metraj başyapıtıdır Ascenseur Pour L'Echafaud/İdam Sehpası. Bu filmi o dönem seyreden sinemacıların, özellikle Fransız büyükleri Godard ve Truffaut'nun gözünü de epey açmıştır. Zira kurgu anlamında ve müziklerindeki Miles Davis etkisi bakımından bir şaheser, suçun karanlık doğasına çarpıcı bir bakış ve benzerine bugün bile rastlanamayacak derecede farklı bir olay örgüsü... Filme dair getirilebilecek eleştirilerde ise, temposunun çok da yüksek olmaması ve nedense eserin içine sinmiş serin bir havanın bulunması öne çıkarılabilir. Yine de tüm bunlar filmin ustalığına şapka çıkarmaktan mahrum bırakmasın bizi. Çıkarayak bloğa da bir not bırakırım; ''Şapkamı almaya gittim, gelicem.''
Odamda otururken bir film hakkında yazı yazayım diye düşündüm. Aklıma birçok film geldi ama birden The Curious Case Of Benjamin Button/Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi'ni yazmak istedim. Son zamanlarda iyice aklımdan çıkmıştı film. Hatta Slumdog Millionaire/Milyoner'i izleyince ödülün bu filme gitmesine çok da üzülmemiştim. Gayet güzel bir filmdi çünkü ve ödüllendirilmek hakkıydı. Ancak içten içe Benjamin Button'un kazanmasının haklı olacağını düşünüyordum. Bu kişisel bir tercih tabi. Hakeza ödül dağılımının ve aradaki farkın da bu derece büyük olmasını hazmedemedim. Bu ise genel yorumum. Ödül gecesi henüz Milyoner'i izlemediğimden açık ara Benjamin Button'u tutuyordum ve sonuçlar beni son derece irrite etti. Oysa gece öncesi tahminlerim ve isteklerim hep o yöndeydi. Çünkü Benjamin Button bende büyük bir etki yaratmıştı. Hele sonlarında adeta gözlerim dolmuştu. Çok etkileyici bir filmdi. Brad Pitt ve Cate Blanchett de oldukça etkileyici performanslar sergilemişti. Ortalarında Brad Pitt gençleşmeyince hafiften sıkar gibi oldu ama yine de gayet iyi toparlamayı bildi. Başlarındaysa filmi en önden izlediğimiz için 'nasıl geçecek bu üç saatlik film' bakışı vardı ve alınan duyumlar da böyle bir ön yargıyı oluşturmuştu. Yine de filmi izlemeden önce pek birşey okumamaya gayret göstermiştim. Biliyordum da David Fincher'dan kötü bir şey çıkmayacağını. Hem bu film için de ciddi anlamda beklenti vardı kendisinden. Zira Fincher-Pitt ortaklığıyla uzun süredir beklenen bir projeydi. Üstelik kayıp kuşağın mühim yazarı Scott Fitzgerald'ın kısa hikayesinden uyarlanacaktı. 1920'lerde yazmıştı bu hikayeyi Fitzgerald. Acaba hikayeyi yazmadan evvel, odasında belki de kahvesini yudumlarken ne düşünüyordu?
Geri döndüm. Yorgunum hancı. Günler sıkıcı, upuzun geçti. Şuraya bir yatak ser ama karanlığı görmesin gözüm. Güpgüzel günler isterim çünkü bundan sonra. Keyifli bir filmle devam edeceğim. Herkes yazdı o yüzden çok da derinine girmeyeceğim. Slumdog Millionaire/Milyoner'i evvelden seyretmiştim. Elbet sevdim. Zaten 'sevmeyen ölsün' havası da taşıyor film. Ama izleyiciye istediğini verirken abartmış mı yoksa tadında mı olmuş tartışmaya açık. Bir de oyuncularının epey az paraya çalıştığı gibi duyumlar da var. Neyse bardağın dolu tarafında, Hint içeceği Lassi var. Diğer Lassi'lerden pek farkı yok aslında. Ancak İngiliz bardağı ve servis biçimiyle sunulması farkı yaratmış. Sondaki dans Bollywood parodisi mi olmuş? Bu söylem hiç söylenmediyse bile on binleri bulmuştur. Peki ya başroldeki Dev Patel ne kadar Arda Turan'a benziyor? Bak bu, milyonları bulmuştur. İyi madem kim milyoner olmak ister yarışması neden yeniden yayınlanmıyor? Bu tespit kaçları bulmuş tahmin edemedim. En azından program yapımcılarını bulup harekete geçirmediğinden eminim. Oysa gönül isterdi, Kenan Işık'ı hafta sonuna doğru mesai bitimine yakın sekreterle basılan, pazar günü berbere gittiğinden kirli sakala geçmiş, gri takım elbiseli andropoz müdür tavırlarıyla tekrar o sahnede görmek. Ah bir de boynunu görebilseydim...