








Bu filmde de yine önemli siyahi isimlere, değerlere bir övgü geçidi düzenlenmiş. Başta Martin Luther King ve Malcolm X'e film boyunca saygı duruşunda bulunulması, Samul L. Jackson'ın oynadığı DJ karakterinin radyo yayını esnasında mühim siyahi şarkıcıların isimlerini tek tek söyleyerek onlara teşekkür etmesi, film boyunca Public Enemy başta olmak üzere hip hop parçaları hep bu mantalitenin beyazperde üzerindeki tezahürü.
Spike Lee, Amerikan Sineması'nın New York kanadında Martin Scorsese ve Woody Allen'la kapışabilecek denli bir bayrak adam. Koyu bir New York Knicks fanı, azılı bir aktivist, 'black and proud' yetenekli bir yönetmen. Siyahların sorunları, günlük yaşantıları, gettolardaki olaylar, liderlerinin yaşamları; Lee'nin sinemasında merkeze otursa da yalnızca bununla sınırlı kalmıyor mahareti. Dedikten sonra, şimdi de kısa bir ara... Hepsi ve daha fazlası için? Yönetmenin başka filmlerini yazacağım da o yüzden, tam bir laz mütteahhit modunda malzemeyi çalıyor ve sonraya saklıyorum.

Amerikan Bağımsız Sineması, 60'larda şiddeti anlatmaya meyyal yönetmenlerin 'vallahi dertten' eyledikleri filmlerle bir tür Altın Çağ yaşamıştı. Sam Peckinpah, Arthur Penn, İngiltere'de kalarak bağımsızlığını korumaya çalışan Stanley Kubrick gibi yönetmenlerin o dönemki eserleri bugün bile heyecanla izlenen klasikler. İşte Arthur Penn de devrin has adamlarından biri olarak ihsan eyledi bu üst yapıtı. Bu film sinema tarihinde pek çok şeyi değiştirmiş, filmlere birebir etki etmiştir. Ve iddia ediyorum. Bonnie and Clyde/Bonnie ve Clyde olmasaydı ne The Godfather/Baba'dan, ne de Natural Born Killers/Katil Doğanlar'dan böyle büyük bir övgüyle bahsedebilirdik. Bu filmin sinema tarihine yansıyan ışığı; izleyici nezdinde pek de büyük bir gölge oluşturmazken, bazı yönetmen ve senaristler için fırtınalı, karanlık bir havada kıyıdaki deniz feneri işlevi gördü.
Filmin konusunu anlatmaya geçerken, postu hareketlendirelim. Kahramanlarımızdan Bonnie, ''Ah azizim nerede kaldı o eski hırsızlar?'' diye sordurabilecek mizaçta bir karakterdir. Zeki, esprili, ince, yakışıklı ve yeteneklidir. Ancak bir kusuru vardır Bonnie'nin; iktidarsızdır. Hırsızlık aleminde seyyah olmuşken, bir taşra kasabasında tanışır Clyde'la. Kısa zamanda bir suç ikilisi haline gelirler ve hemen 'bapbap şubabbap' olayına girerler de, tabi o işler öyle olmaz. Bonnie kaldıramaz Clyde'ı. İlişkilerinin dengesini de biraz bu belirler. Küçük bir hırsızlık serisi sonrası, banka soygunu için arabayı kullanacak birine ihtiyaç hasıl olur. Benzincide çalışan bir genci istihdam ederler; hem de tüm sosyal hakları hiçe sayarak. Bu üç kişiye, Bonnie'nin kardeşi rolünde Gene Hackman ve filmdeki şapşal zevcesi de dahil olur. Kısacası Ajdar Anik tabiriyle 'grup olmuşlardır grup'. Az zamanda büyük işler başarıp, ülke çapında üne kavuşurlar ve yazgıları elbet gitgide kesinlik kazanır.
Bonnie karakterini canlandıran Warren Beatty, ömür boyu ekmeğini yiyeceği bir karizmaya sahip olmuştur bu filmde. Beatty, bu filmin ardından o dönem 'hot prospect for future' bir yönetmen olan Francis Ford Coppolla'nın yeni başladığı bir proje için teklif alır. Ama teklifi, hakkında şarkı bile bestelenecek olan(Carly Simon'un dönemin listebaşı şarkısı You're So Vain) o ünlü kibri yüzünden kabul etmez ve filmde oynamayı reddeder. Sonrasında o rol, o dönem neredeyse hiç tanınmayan birine, Al Pacino denilen bir aktöre gider(projenin ise efsane The Godfather serisi olduğunu söylememe gerek var mı?). Faye Dunaway Clyde olarak kariyerinin ilk büyük çıkışını gerçekleştirir ve yanlarında işe aldıkları yardımcı genç rolünde Michael J. Pollard performansıyla ödüle boğulur.




Mantar İle Krema Ayrı Düşmesin ne kadar korkunç bir yazarmış öyle, inanamadım! Hiç beğenmedim ya, böyle bir yazı olmaz olsun! Aynı zamanda yalancı bir çobanmış da; yalvararak istedi benden oysa yazmayı. Sonrasında ise komple yaptılar bana ve alenen oyuna getirildim! İyi oldu da aslında bunları yazdığım. Çünkü böyle yazacaksa bu tarz kötüleme çalışmalarına devam etmem lazım benim. Yoksa bloğu resmen ele geçirecek, herkes de zaten onu seçecek, o olacak! Şirinliklerime de burada bir son veriyorum artık ve çok teşekkür ediyorum kendisine. Gerçekten çok hoş, pek güzel olmuş. Çok da beğendim, ellerine sağlık. Ve finaller nedeniyle, yine bir fotoğraf karesiyle devam ediyoruz. Bundan tam 30 yıl önce çekilmiş. Bir film karesinden alınma değil ama. Bir gazinoda assolist olarak sahne alıyor Filiz Akın ve onu sahnede yalnız bırakmıyor o yıl aramızdan ayrılacak olan Ayhan Işık... 
Soruyorum sizlere Moliére’i nasıl bilirdiniz? Fısıldamalar geliyor kulağıma; ya Cimri’nin yazarı değil mi, ha bir de Fransız, yahu Kibarlık Budalası’nı da o yazmıştı dimi! Pek tabi ortaokul sıralarından itibaren biliyoruz biz bunları. Durun ama bu başka Moliére, yani sizin genelini bildiğiniz ama özelini pek bilmediğiniz. Alt tarafı bir Fransız oyun yazarı da değil üstelik, çok daha fazlası. Künyeye gelelim isterseniz; çok yeni 2007 yapımı, yönetmeni Laurent Tirard kendisini bu film dışında tanımam etmem, peki Moliére mi kim? O da Arsen Lüpen’den tanırsınız belki Romain Duris ki, Fransa’dan çıkma en yetenekli aktörlerden biri. Esas kadın rolünü ise Laura Morante üstleniyor. 
Şerif Gören'in 1977'de çektiği bir film vardır, Nehir isminde. Haftaiçi öğlen saatlerinde, vakit geçsin diye gösterirdi Star TV. Şimdi film nerededir, kim, nasıl gösteriyordur bilmem. Ama o dönemlerde rastlayınca fena halde sinirimi bozardı bu film. Başka kanallarda o saatlerde pek birşey olmamasına rağmen, yine de çok takılmadan kanalı değiştirirdim. Başrollerde salon adamlığından dava adamlığına geçiş yapan Tarık Akan ve tüm hafifmeşrepliğiyle Müjde Ar oynardı. Sıkıntı verirdi enikonu. İşte John Boorman'ın 1972 tarihli Deliverance/Kurtuluş adlı filmi, Türk işi Nehir'in orijinal hali. Yine sıkıntılı bir film; ancak fark şu ki Boorman'ın yapıtında çok daha nitelikli bir 'can sıkıntısı' var elbette.
Şehirde gayet güllük gülüstanlık, sakin birer hayat süren dört arkadaş; kano yapmak, avlanmak, maceraya atılmak yani kısacası belalarını bulmak amacıyla ''kimselerin görmediği, görüp de gitmediği'' bir nehre giderler. Nehir, yakın zamanda baraj gölüne bir tür 'gizemli nehir'dir. Dört arkadaşı, dört ünlü oyuncu canlandırır. Ned Beatty ve Ronnie Cox burada sözün gelişi ünlü oyuncu payesini almışlardır almasına ancak 'ağır abi' triplerinde ezelden beri sevmediğim Burt Reynolds ile Cüneyt Tanman'ın yıllar önce ormanda piknik esnasında kaybettiği ikiz kardeşi Jon Voight filmin esas yıldızlarıdır. Tabi filmde banjo çalan engelli çocuk rolündeki Billy Redden'in kalbini kırmamak da gerek. Düet sahnesinde banjosuyla döktürmüş resmen.
Son derece rahatsız edici, sıkıntı verici, gerilimli bir film Deliverance/Kurtuluş. Bu yönüyle de, İngiliz yönetmen John Boorman'ın pek de başarılı olduğu söylenemeyecek yönetmenlik kariyerinin en şahika işi şüphesiz ki. Zira bu filmden sonra, o dönem çektiği Bond filmleriyle karizmanın sözlük anlamı, devrin ilahı olan Sean Connery'e kırmızı kilot altına siyah çizme giydirdiği vb. filmler çekmeye kalktı nitekim...

Film bir sunucunun kameramanıyla birlikte, haber yapmak için itfaiye teşkilatını ziyaret etmesiyle başlıyor. Sunucu Angela Vidal ile kameraman Pablo(filmde yüzünü görmeyiz) bir televizyon programı için yapacağı haberde biraz da 'ekşın' olsun hesabı gelen ihbar üzerine itfaiyeyle birlikte göreve çıkarlar. Gittikleri apartmanda kelimenin tam anlamıyla işler çığrından çıkmıştır ve olaylar da hiç beklemedikleri şekilde gelişir. Bu çerçevede, yaşananlar güçlükle de olsa kamerayla kayda alınır ve böylece de gazeteciliğin/haberciliğin ne kadar önemli ve hayati bir iş olduğu vurgulanır. Çeşitli kimyasal çalışmaların, deneylerin insan hayatı için tehdit oluşturabileceği konseptli klişe korku teması bu filmde de işlenir. Bununla birlikte 'real time' olarak gerçekçi bir şekilde akar film; atmosfer, kurgu ve oyunculuklar son derece başarılıdır. Üstelik düşük bir bütçeyle başarılmıştır tüm bunlar. Buradan da bizdeki pespaye muadillerinin, başarısızlıklarına kılıf bulma adına 'bütçe yok' diye ağlanmasının ne denli yersiz olduğunu kanıtlar niteliktedir. 