26 Temmuz 2010 Pazartesi

Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Oldu

Yazmayalı bir yıl olmuş. Miş'li zaman ekini sanki durumu bilmiyormuşum gibi kullanmadım. Çok geldi bana hepsi. Yoksa yine ara ara-sık sık mı desem- yazdıklarıma bakıyor, okuyordum. Bir yıl nasıl geçti? Anlatmayacağım şimdilik, ama bundan böyle daha açık olacağım. Neden geri dönüyorum, döndüğümü kim biliyor, dönüp de söyleyecek neyim var, dönüp de gerçekleşecek, istenecek ne var? Hiçbirine verilecek cevabım yok. Bildiğim şeyler değil bunlar. Düşündüğüm şeyler de. Sadece bir yılın hatrına bir şeyler karalayarak başlayayım.

26 Temmuz 2009 Pazar

Ice Age 3: Boğazın 'Buz Gibi' Sularından


Kuruçeşme Arena'daki Boğaz'a nazır açık hava sinemasında, candan öte canlarla birlikte izledim Ice Age 3: Dawn of the Dinosaurs/Buz Devri 3: Dinazorların Şafağı'nı. Ne denilebilir ki? Şahane olmuş. Birbuçuk saatin nasıl geçtiğini hiç mi hiç anlamıyorsunuz ve diğer ikisinden de daha komik bence. Aslında çevrede kimse olmasa anıra anıra gülmesini de bilirdim ama karizmaya reset atmaya gerek yok. Kısaca Sezar'ın hakkı Sezar'a; gidin, görün, gülün.

24 Temmuz 2009 Cuma

Twilight

Twilightmanianın ne serisine, ne popularitesine bulaşmamış biri olarak izledim filmi. Açıkçası film Radiohead videoklipleri görselliğinde ki, filmin sonunda çalan In Rainbows'tan 15 Steps de durumun apaçık işareti. Bunun dışında, MTV/VH1 ergenleri için cool ya da kıyak olabilse de konsantre Smallville olmaktan öteye geçmedi film benim için. İmdb'den bu kadar düşük-şu an için 6.0- almayı da haketmiyor gerçi ama serinin yeni filmi Twilight Saga da çıkacak ve bu seri de böyle uzayacak ya fuckin' waste diyorum.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Ferris Bueller's Day Off: Twist And Shout


Sempatik kerata, yetenekli hayta diye tanıtılan ancak ukala piçin teki olan(hey dostum sadece eğleniyorduk ha?) Ferris Bueller'in okulu asarak geçirdiği boş gününde, yaşadığı ''birbirinden ilginç olaylar'' ve yaptığı şaklabanlıklar olarak özetlenebilir film. Tabi sevgilisi ve kankası da onunla birlikte, olayın içinde. Velhasıl; ''kahramanlarımız, maceradan maceraya koşarken izleyicilere keyifli anlar yaşatıyorlar''. Alaycılık bir yana, elbet keyifli anlar var ama alabildiğine durağan, nedense sıkıcı bir modu var filmin. Zaten Ferris Bueller'i gözüm hiç tutmadı, kimsenin de tutmasın; dostunun babasının Ferrari'sini hacamat ettiren ve sonra da dostuna satışı koyarak, onu sap gibi bırakan bir 'servet düşmanı'ndan bahsediyoruz! Yalnız bunu yazarken bile yüreğime bir hençer saplandı. Seni hiç sevmedim Ferris Bueller, eminim tanısam babanı da sevmezdim.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Chubbchubbs

Veuillez installer Flash Player pour lire la vidéo

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Paper Moon: Ayın Merkezine Yolculuk

Az kişinin pek iyi bildiği filmlerden biri olması nedeniyle, şanslı azınlıktan biri olarak kendimi addetmemi sağlamış film. Yönetmen Peter Bogdanoviç'in The Last Picture Show'un ardından çektiği en iyi film. Kurgunun, metnin ve diyalogların şahane aktığı film. Başrollerinde bir anlamda baba-kızı oynayan oyuncuların gerçekten de baba kız olduğu, ufaklığınsa şahane iş çıkardığı film. Osman Seden'in çektiği Tarık Akan, Necla Nazır ve Sarı Vosvos'lu Ateş Böceği'nin çokça esinlendiği film. Adını ay şeklindeki dekorun üstüne oturularak çekilen hatıra fotoğraflarından alan film. Güzel film, vesselam...

12 Temmuz 2009 Pazar

Rushmore: My First Sex Teacher


Türkiye'ye dağıtımı esnasında yapılan gereksiz ve manasız Çılgın Liseliler isimli çevirisine bakılarak, aptal Amerikan gençlik filmlerine benzetilebilir Rushmore. Ancak filmi çeken Wes Anderson olunca tüm bu olumsuz önyargıları bir kenara bırakmak ve 'keyiflendir ulan bizi' diyerek abur cuburla koltuğa uzanmak farz oluyor. O da sağolsun, bizleri kırmıyor ve eğlenceli bir 1,5 saat beklentimize 'varım diyor'. Filmde kurduğu onlarca dernekle birlikte; 'kalaslıkta sınır tanımayan oyuncular derneği'ne de el atması gereken, böylesine epik bir karakteri bu kadar mal ve ruhsuz oynayan Jason Schwartzman'ı, her daim muhteşem Bill Murray'i ve bu düşük bütçeli filme katkılarından ötürü Olivia Williams, Brian Cox ve Seymour Cassel'ı(imdb cast liste dönmem an meselesi) tebrik etmek gerek. Yalnızca geleceğe dair umutla-umutsuzluk arasında kalan sonu değil, filmin kendisinin de bana The Graduate/Mezuniyet filmini bir şekilde hatırlattığını da söyleyerek (söylemezsem de çatlardım zaten)...

10 Temmuz 2009 Cuma

Devrim


Karl Marx, ''görünen gerçek olsaydı bilimlere gerek olmazdı'' der. Biz 'filmler' yapalım ve görünenin yahut gösterilenin ardında kalan, gizli gerçeği ortaya çıkarmak için cesurca bir işe kalkışmış Türk Sineması'nın son dönemlerdeki en büyük başarılarından birini incelemeye koyulalım. Filmimiz Devrim Arabaları, gerçek hikayesi gibi film de bir yüz akı...
At, avrat, silah geleneğinin başında gelerek çağlar boyunca kültürün temel öğesi haline gelmiş, endüstrileşme ve modernleşme sürecinde Araba Sevdası'na dönüşmüş bu tutku Türk Tarihi'nin, beşerinin önemli bir parçası aslında. Devrim ise dönemi itibariyle, o dönüşüm sürecinin tüm özelliklerini içinde barındıran ve bu açıdan da oldukça hayati bir nitelik taşıyan, arabadan da öte bir semboldü. Zira Türkiye'nin 'muassır medeniyetler' seviyesine çıkma gayretini gösterecek, modernleşme yolunda atılabilecek en önemli adımlardan biriydi. Abartılı da olsa, bir nevi Ay'a ayak basmakla özdeşleştirilebilir bu ülke adına. Çünkü Ay'daki adım, astronot için küçük, insanlık için büyük bir adımdı. Devrim de insanımız için gerçekten büyük bir adım olacaktı. Tıpkı bu modernleşme çabasını destekleyen ve hatta itekleyen Reis-i Cumhur Cemal Gürsel'in dediği gibi; ''Millet bu arabanın yürüdüğünü bir görsün, uçar uçar''. Aslında şarkıdaki gibi otomobil de uçar gider ama ''ben talihin peşindeyim/talih benden kaçar gider'' demiş şarkının devamında Vecdi Bingöl. Not düşülsün; talih, bir makus talihtir. Bu ülkenin makus tarihidir. Talih yüze gülse; 'sırıtık' der, 'emme basma tulumba' der, 'ne gülüyosun ben gülüyor muyum?' der, der de der. Sonunda talihin yüzü de ekşir haliyle. Çünkü ''Türkiye'de hiçbir başarı cezasız kalmaz'' filmde de geçtiği üzere. Sokaklarda 'devrim'in dolaşmasına müsaade edilmez. Yakılır, yıkılır, hapse atılır, işkence edilir, ip üstüne oynatılır, ipte sallandırılır da hiçbir şey değişmez. Değiştirilenler ve unutulanlar dışında tabi... Ne de olsa 'icat çıkarma başımıza', 'ne gereği var?', 'sanki eskiden var mıydı?', 'boşver ya ne uğraşacaksın', 'bilim adamı mı olacaan' yahut 'anarşik mi kesildin başımıza?', 'düşünme, kafayı yersin', 'elin ekmek tutsun ondan sonra yaparsın/eh elin de ekmek tuttu evlen artık/evlendin, senin sorumlulukların var, kendine çekidüzen ver', 'memleketi sen mi kurtarıcan?'
Devrim bir semboldü işte; bu 'yalnız ve güzel ülkenin' modernleşmeyle imtihanının bir sembolü, hüzünlü hikayesi ve acı gerçeğiydi. Vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.

7 Temmuz 2009 Salı

100

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Stroszek: Aklımın İplerini Saldım

Göçmenlik, güçsüzlük, yoksulluk, yoksunluk gibi gri, 'puslu manzalar'a dair bir Werner Herzog demir leblebisi. Ne yenilir, ne yutulur olayının da ötesinde taşınmıyor bile. Gerçekten ağır, yoğun bir demir leblebi bu. Başrolünde oynayan Bruno S.'in kendi hayatından çeşitli kesitlerin yer aldığı film, karamsarlığıyla insanın canını sıkıyor. Bu eğlence karşıtı can sıkıntısı anlamında değil; içten, canda bir sıkıntı hali oluyor filmle ilgili. Amiyane tabirle 'alışmadık götte don durmaz' temelli yapısı, yankee diyarında dans eden ve piyano çalan tavuklarla sona ermesi ve film boyunca akan hüzünlü, güzel müzikleriyle kuşkusuz acı bir film. Herzog, filmleri tüketip unutmaya alışmış bünyelere demir leblebisiyle 'orada bir dur hele' diyor.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

The Philadelphia Story: It Had To Be You


Tarihi göz korkutmasın. Aynı film hiçbir değişikliğe uğramasın, yalnızca görüntü kalitesine ve rengine bugünün teknolojisi uygulansın The Philadelphia Story/Philadelphia Hikayesi gişede büyük olay yaratır. Bu açıklamayı yaptıktan sonra ise tarihi açıklıyorum; 1940. Dağılabilirsiniz... Gözü korkanlar yahut o ne antik bir filmmiş öyle, ne işim olur diyenler çoktan gittiler, başbaşayız yani. Bir düğün komedisi ve Hollywood'un görkemli döneminin klasik eserlerinden biri olarak çokça sevilen bir filmdir bu fairytale. Üç baba oyuncu sürükler filmi. Katherine Hepburn filmin paylaşılamayan esas kızı, 'hatunların efendi yerine piç tercihi' temasına can veren Cary Grant ve rolündeki kaypaklık nedeniyle monitör karşısında isyankar bir moda girmemi sağlamış, çok sevdiğim James Stewart harika performanslar sergiliyorlar. Bu filme de yazacağım bu kadardı işte. Yine de dağılın demiyorum, hobi olarak yine dağılın.

3 Temmuz 2009 Cuma

The Ox-Bow İncident: Darağacında Üç Fidan


''Adalet, her zaman adil değilmiş'' demek, sadece bizim topraklara özgü değil elbet. Amerika'nın Nevada Eyaleti'nde, kovboyların ve kızışmış rednecklerin cirit attığı bir kasabada yerli olmayan üç genç, çok farklı bir adalet mekanizmasıyla karşı karşıya gelirler. ''Şerif yok, yargıç yok, meşruiyet yok ne var lan?'' sorusu zihinleri kurcalayadursun, ilmikler masum gençlerin boyunlarına hiç kalp sızlamadan, vicdan yapmadan geçirilir. İnsanlığın, hakkaniyetin ve demokrasinin 'adaletin bu mu dünya?' dercesine sorgulandığı ve üzerine şamarlandığı The Ox-Bow İncident/Ox Bow Olayı tamamıyla gerçek bir olay üzerine yazılmış bir kitabın sinema uyarlaması. 1943 yapımı western, 75 dakika ama hala çok etkileyici.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Le Scaphandre Et Le Papillon: All The World Is Green


Filmi bu kadar güzel ve anlamlı kılan soundtrackinin şerefine kaldırıyorum kadehimi! Al The World Is Green, La Mer, Green Grass gibi şarkılarla akla ve kalbe nakletti bu film kendisini. İçerik babında biraz zayıf olsa da, yönetmenlik açısından vasat bir kariyer çizen Julian Schanabel'in açık ara doruk noktası olan Le Scaphandre Et Le Papillon/Kelebek Ve Dalgıç Giysisi naifliği, sakinliği ve gerçek hayattan uyarlanmış nedeniyle insanın içini buruyor. Bunun üzerine de kadeh kaldırılmaz işte. Sam, As Time Goes By'ı çalmıyor çünkü...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Mujeres Al Borde De Un Ataqué De Nervios: Aşk, Raks, Entrika


Zil Şal Ve Gül
Bu Bahçede Raksın Bütün Hızı
Şevk Akşamında Endülüs Üç Defa Kırmızı

Aşkın Sihirli Şarkısı Yüzlerce Dildedir
İspanya Neşesiyle Bu Akşam Bu Zildedir
Yelpaze Çevrilir Gibi Birden Dönüşleri
İşveyle Devriliş Örtünüşleri

Her Rengi İstemez Gözümüz Şimdi Aldadır
İspanya Dalga Dalga Bu Akşam Bu Şaldadır
Alnında Halka Halkadır Aşüfte Kakülü
Göğsünde Yosma Gırnatanın En Güzel Gülü

Altın Kadeh Her Elde Güneş Her Gönüldedir
İspanya Varlığıyla Bu Akşam Bu Güldedir
Raks Ortasında Bir Durup Oynar Yürür Gibi
Bir Baş Çevirmesiyle Bakar Öldürür Gibi

Gül Tenli Kor Dudaklı Kömür Gözlü Sürmeli
Şeytan Diyor Ki Sarmalı Yüz Kere Öpmeli
Gözler Kamaştıran Şala Meftun Eden Güle
Her Kalbi Dolduran Zile Her Sineden "Ole!"

30 Haziran 2009 Salı

Desperate Living: Yaşamak Mı Bu? Hayat Mı Bu?


John Waters'ın kültün kültü Pink Flamingos/Pembe Flamingolar filminin bir nevi light versiyonu. İçinde fazla şeker yok, öbürü kadar da asitli değil. Ama aç karna içmek yine de mideyi bozar. Elbet tat olarak aynısının yerini asla alamıyor bu film ama benzer bir içimlik işte. Yönetmen ve favori oyuncuları demeyelim artık, hepsi bir aileden sayılırlar çünkü, bu filmde de absürdün ve sapkınlığın doruklarında gezinmişler. Sağolsunlar, bir John Waters klasiği olarak ellerinden geleni artlarına koymamışlar. Ama yine de film için eğlenceli denilebilir, tabi gastritten yana bir sorununuz yoksa. Bu arada başroldeki Mink Stole'un az önce bir resmini gördüm imdb'de(ki şu an tek pozu var Waters'la birlikte) teyze olmuş resmen. Bugün bile çekilse olay yaratabilecek bir film iken, o dönemlerde çekilmiş olmasına da 'zamanın ötesi' denmez de ne denir? Acıktım denir herhalde. Şahsen ben öyle diyip, mutfağa gidiyorum.

29 Haziran 2009 Pazartesi

27 Haziran 2009 Cumartesi

Otobüse Merhamet


1974 yapımı bir film olduğundan, bu filmin dönemin konjonktürüne bakarak yıllarca yasaklı kalmasını anlayabiliyorum. Üstelik yönetmeni Tunç Okan'ın o dönemde; söylemekten mastürbatif bir keyif alınan ünlü yaftayla 'hain' olarak anılmasını, yoğun bir şekilde eleştirilmesini... Ancak katiyetle kabullenemediğim, bugün; 'filmin Türk insanını hakir gösterme gayesi taşıdığı' abuklamasının güncelliğini korumasıdır. Otobüs, Anadolu insanını yeren yahut eleştiren bir film değil; aksine insanımıza büyük bir sevgi ve şefkat besleyen, onun saflığına, masumiyetine gönül indiren bir filmdir. Ve enfestir. Elbet eksikleri, gereksizlikleri vardır. Sözgelimi seks/maske sahneleri net bir şekilde olmamış. Ama 35 yıl önce, çorak Türk Sineması'nda eşine rastlanmayacak bir şekilde çiçek açıp, meyve vermiş, böylesine cesur bir filmle ilgili 'çekirdeksiz meyve istiyorum' tadında yorum yapmak bana gitmez.

Şunu söylemek gerek; Tunç Okan büyük bir iş başarmış. Filmin her adımına; senaryo, yönetim, kurgu, oyunculuk vb. imzayı çakmış. Tuncel Kurtiz ise o esnada çok yüreğe hançer saplamakla meşgulmüş meğer. O nasıl bir 'bizim otobüsü gördün mü gardaş' demektir? Yüreksöken bir oyunculuktu ve film, Zülfü Livaneli'nin de müzikleriyle unutulmaz bir hale geldi.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Caché: Gizli Bahçede Açan Çiçekler


Ailemizin huysuz ve tatlı adamı Micheal Haneke, bu filmiyle de yine rahatsız işler peşinde. Huzur bozmak, keyif kaçırmak, şöyle rahatça uzanıp bir film izleyelim gayrı düşüncesinin içine etmek, dürtüklemek, icabında deşmek gibi envai çeşit serseriliği entelektüel bir formasyonda sergileyen bu kardeş; politikliğin dibine vurmuş Caché/Saklı'sında adeta bir virtüözite gösterisi yapıyor. Filmin politik okuması daha ayrıntılı bir şekilde buradan görülür ki, temelinde Fransa-Cezayir arasındaki düşman kardeşler ilişkisine ve kuşaklar üzerindeki etkilerine dair esaslı bir film olmuş bu. Yoksa aile içi ilişkiler özelindeki temayı ve burjuvazi eleştirisini, Haneke nispeten geri plana almış. Dedikten sonra ailemizin klası Daniel Auteuil ve matmazeli Juliette Binoche'nin de filmden selamları var diyelim, postu kapatalım.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Le Notti Bianche: Beyaz Geceler


Köprüden Geçti Gelin
Saç Bağın Düştü Gelin Diloy Loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Laf Anlamaz Ne Çare

Eğil Bir Yol Öpeyim
Gençliğim Geçti Gelin Diloy Loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Söz Anlamaz Ne Çare

Köprüden Geçemiyom
Az Doldur İçemiyom Diloy loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Söz Anlamaz Ne Fayda

Sen Benden Geçtin Ama
Ben Senden Geçemiyom Diloy Loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Söz Anlamaz Ne Fayda

Diloy Diloy Diloy Diloy Loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Söz Anlamaz Ne Fayda

19 Haziran 2009 Cuma

Nueve Reinas: Ziyaa Ziyaa!


Aklından bir sayı tut, The Sting/Üçkağıtçılar ile çarp. Çıkan sonucu Ocean's Eleven/Ocean'ın 11'lisi filminin yeni versiyonuyla topla. Bulduğun değeri ise Olağan Şüpheliler/The Usual Suspects kareköküne al. Sonra beğenine göre çıkarma işlemi uygula. Ben bu filmi abartılı bulduğum için epey çıkarma yaptım ama sorun değil. Pi'yi 3, 14; matematiksel birimi Latin Amerika standartlarında aldık. Sonuçta ortaya Nueves Reinas/9 Kadın çıktı işte! Cevabı işaretliyor ve başka soruya geçiyoruz.

18 Haziran 2009 Perşembe

13 Haziran 2009 Cumartesi

Down By Law: Dosta Doğru


Hey Tanburi Efendi
Bir Şarkı Çal Bana
Siyah Beyaz Olsun
Eski Şarkılar Gibi
Hani New Orleans Yollarında
Yük Treni
Hani Bir Vagonun Tepesinde
İki Gezgin
Rüzgarda İnleyen Bir
Ağız Mızıkası
Dylan

5 Haziran 2009 Cuma

The History Of Violence: Şiddet Eski Bir Yalan, Habil İle Kabil'den Kalan


David Cronenberg, 'kötü insanları tanıma dönemi' kapsamında iki sene arayla çektiği iki filmden ilki The History Of Violence/Şiddetin Tarihçesi, diğeri ise Eastern Promises/Şark Vaatleri idi. İki filmde de Viggo Mortensen'in başrolü oynar, iki filmde birbirine ikiz gibi benzeyen iki kardeştir. Ama ilk göz ağrısına göz süzelim şimdilik. 2005 yılında vizyona girmişti bu film ve Cronenberg'in düşüşteki kariyerinin yeniden ayağa kalkması olarak görülmüştü. Şiddetin derin sularında dolanan, kesif tadı ve farklı bir keşif havasıyla beğenilen filmin, asıl olayı katliam ve son yemek sahnesi elbet. Tabi sevişme sahnesinin de filmin içeriğine katkısını yabana atmamak gerek. Bunun dışında içten içe hissedilen bir eksiklik hali hakim aslında filme ama yine de mesaj doğru şekilde iletilmiş. Katliam sahnesinde hatırlanan Cüneyt Arkın estetiğindeki gibi, kafa göz dalarak...

4 Haziran 2009 Perşembe

Suspiria: Korkma, Beni De Korkutacaksın


Dario Argento'nun 77 model marazi korku kültü, bugün bile rampaların ustası. Jantları ve tekerlekleri eskimiş, kırık dökük aynaları, eski püskü cakalı kaportası olabilir ancak aracın modeli Chrysler, Chevrolet yahut Mustang olunca yıl fark etmiyor; film jantiliğinden hiçbir şey kaybetmiyor. Korku janrının vasati ormanını açtığı patikayla yarıp geçen ve ardından gelen filmlere açtığı yolla, sağladığı referanslarla toz toplatan Suspiria hala ürpertiyle izlenebiliyor. Ne mutlu elbet Argento'ya!

24 Mayıs 2009 Pazar

Week End: Bu Ne Biçim Hikaye Böyle? Hasta Mısın Nesin Bana Söyle?

Fransızca sözlüğü açtım ve sıkıcı kelimesine baktım. Ennuyeux başta olmak üzere bir sürü sözcük yazıyordu. Hayret ki ne hayret! Ben olsam oysa şöyle tanımlardım; ''1967 yılında Jean-Luc Godard'ın Week End/Hafta Sonu ismiyle çektiği film.'' Bu filmi izlerken ne acılar çektim bir ben bilirim. Mecazen; öldüm öldüm, dirildim. Resmen; sinema değil vaaz izledim. Müteakiben ise cuma namazına gitsem çok daha eğlenceli olurdu eminim. Totem ve Tabu, Lewis Carrol-Emily Bronte, Napoleon ve yüzlerce gönderme var ama alayına isyan, inadına sıkıcı. Ve böylesine ayar olduğum bir filmden daha da uzun bahsetmek doğama aykırı.

12 Mayıs 2009 Salı

The Wrestler: Gönüllerin Şampiyonu


2004 yılında Bill Murray, Lost In Translation/Bir Konuşabilse ile Oscar ödülüne aday gösterilirken, içteki ses Murray'ın ödülü mıncıklamasını diliyordu. Çünkü onun leziz kariyerinin Akademi'yle kesiştiği ilk sahneydi bu. Ödüle ilk kez aday gösteriliyordu, üstelik ödülün favorilerindendi. Ancak o yıl artık bahtına The Lord Of The Rings/Yüzüklerin Efendisi'nin sonlanması hasebiyle Akademi kendisini seriyi koruma ve güzelleştirme derneği gibi hissetmiş, Peter Jackson ve saz heyetine aday oldukları her dalda toplam 13 dalda ödül vererek 'dallı budaklı meşe odununu' haketmişti.


Yılın esaslı filmi Clint Amca'nın The Mystic River/Gizemli Nehir'ine ise ayıp olmasın diye, oyuncu ödülleri verildi. Tam bir peşkeş mantalitesiyle dağıtılan ödüller sonucunda Sean Penn ve Tim Robbins de oscarlandı. Aslında iki oyuncu da performanslarıyla Oscar'ı sonuna dek hakediyordu. Ancak Bill Murray, biraz da dış mihrakların etkisiyle 'kader kurbanı' oldu ve Sean Penn'e tosladı. Aslında bu noktada başka bir hikaye daha var ama onu da Mystic River postuna saklayalım. Ve artık bu seneye gelelim. Sinema tarihinin tuhaf yaşam çizgilerinden birine sahip Mickey Rourke'un da kariyerinin Akademi tarafından alkışlandığı ilk sahneydi bu. Üstelik kamuoyu tarafından da 'aklanmıştı' artık Rourke. Ancak yine Sean Penn'e denk gelindi işte. Tıpkı Murray gibi, Rourke da belki de bir daha hiç bu ödüle aday gösterilmeyecek. Gösterilse dahi ödüle bu kadar yakın olamayacak ancak yine de onları 'gönüllerin şampiyonu' olarak akla ve bloğa naklettik. Filme geçelim. The Wrestler/Şampiyon tamamen farklı bir konuyu anlatsa da bir anlamda Rourke'un günah çıkarması olmuş. Bu nedenle de dramatik olması elbette kaçınılmazdı. Peki ya yönetmen? Darren Aronofsky ayrı parantezi ister. Rourke'a gösterdiği ihtimam ve ona bir şans daha vererek, bir daha hiç başrol göremeyeceğimizi sandığımız bu oyuncuya böyle bir rol vermesi son derece incelikli. Rourke da bu güveni hiç boşa çıkarmamış; fiziksel/mental anlamda, Raging Bull/Kızgın Boğa ile sinema tarihinin en hayvani, en deli performanslarından birini sergileyen De Niro'yu anımsatan bir portre çizmiş. Belki çok derinlikli değil ancak yine de film 'olmuş' işte. Hele ki son sahnesiyle kendi çapında, kanımca unutulmaz olmayı da başarıyor.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

8 Mayıs 2009 Cuma

Blue Velvet: Kadifeden Kesesi


Blue Velvet/Mavi Kadife filminin içeriğine ilişkin anlatılabilecek her şey, aslında evlenilecek kadın/eğlenilecek kadın ayrımlı o ünlü klişe denklemde bitiyor. Isabella Rosellini zaten doğuştan star, haliyle vaziyeti 'feel like a star'; Laura Dern ise pembe panjurlu ev hayaliyle yanıp tutuşan safça bir 'varoş güzeli', ortada da su şişesi kabilinden kazmalığa her dakika yeni açılımlar getiren Kyle McLachlan filmin başlıca sac ayakları. Ancak olaylara ekşın katmak için elinden geleni ardına koymayan, elleri dert görmeye Dennis Hopper; 'işte bu mahallenin bir tane muhtarı var' tanımlamasını sonuna dek hakediyor. Tabi, bir de David Lynch var ki o, 'o daha beter muhtar'. Açıkçası filmi pek beğenmedim. Mahallenin Muhtarları'nı işin içine karıştırmam da işte bundandır.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Üvey Ana Gibi Yar Olmaz

Türk Sineması'nın pek de bilinmeyen filmlerinden. Bunun nedenini televizyonda bayıltana kadar gösterilmemesine ve uyuz sonuna bağlamak lazım biraz da. 500'ün üzerinde senaryo yazdığı rivayet olunan ulvi kişilik Bülent Oran'ın cut-up tekniğinden ve karbon kağıdından bol bol yararlandığı klişe konusuna, uyarlandığı romanın 'seyirciye istediğini vermeyen' sonu filmi amiyane tabirle piç etmiş. Bu filmde performansından ziyade rolünden ötürü pek övmek istemediğim Sadri Alışık, hoş kadın(ve geceleri boş kadın-olarak yaftalanır-) Zeynep Aksu ve 'acar doktor' kabilinden Fikret Hakan filmin üç tas, hası. Bunlara bir de elindeki maşayla Aliye Rona ve o kötücül coolluğuna yakışmayan halim selim tavırlarıyla Erol Taş da eklenince ortaya 'gırgıriyede şenlik var' havası çıkmış. Film eğlenceli değil, lakin keyifli akıyor.

Sadri Alışık ise piyano başında yahut uduyla müstakbel sevgiliye serenat ederken iyiydi de(yazış o biçim), tam bir hüsnü kuruntu(aka satışçı) portresi çizerek içinde her daim evil potansiyel taşıyan Erol Taş ve hanımına asıl meselenin ne olduğunu daha idrak edemeden gammaza bağlaması yakışmadı. O hareketler kendisini gözümden düşüren hareketlerdi ama söylediği 'Açık bırak pencereni/Örtme perdeyi bu gece' yorumunun hatrına meseleyi hasır altı ediyorum. Kaldı ki ünlü bestekar, büyük güftekar Burak Kut'un da mühim sözleri bu durumu açıklığa kavuşturasıdır; Yaşandı bitti saygısızca/Aldatmanın tadına varınca/Doğru söylesen kimin umurunda?/Gözüme inanırım/Haydi zıpla!

26 Nisan 2009 Pazar

Il Conformista: Comfortably Numb

Il Conformista/Konformist; Mussolini'nin faşizan İtalya'sında, karşıt görüşlere tahammülü olmayan faşist 'derin' güçlerin toplumla olan çatışmalarını ve bu ortamda yeşeren konformist/pragmatik bir karakterin siyasete, aile kurumuna, din-birey/kadın-erkek ilişkilerine ve bir Bernardo Bertolucci klasiği olarak cinselliğe ve özgürlüklere dair bakışını, yaşadıklarını anlatan, soran-sorgulayan, buradan da çeşitli analizlere ulaşan cinsellik ve siyaset temalı bir filmdir.
''Yanisi'' bu tarz entel yorumlara ve fotoğraflara aldanmayın, feci sıkıcı bir filmdir.

24 Nisan 2009 Cuma

Matrimonio All'İtaliana: Pasta Yeme Sanatı


Piano Piano Bacaksız'da konağın afili üçkağıtçı amcasını oynayan Rutkay Aziz, Bacaksız'a anılarını anlatırken İtalya'yı anar. Odasının duvarına büyük Çizme haritası asılı vaziyette, tatlı tatlı iç geçirir. Sonunda 'yolunu' bulur, Bacaksız'a hamur alması için bir miktar para verir. İkinci Dünya Harbi yıllarıdır ve kıtlık ülkede kol gezmektedir. Parayı alan Bacaksız pastaneye koşar. Pastanenin camekanında küçük bir pasta dilimini görür ve içi gider. Pastayı mı alacaktır yoksa hamuru mu? Canevinden vurulmuş olsa da, vazife aşkı galip gelir. Hamuru alır, pastaneden çıkar Bacaksız. Naif sahne konusunda hayli cömert olan Türk Sinema Tarihi'nin kanımca en naif sahnelerinden biridir bu açıkçası. Rutkay Aziz filmin sonunda Bacaksız'a 'piyano piyano' diyerek İtalya'ya gider. Biz de yanında gidelim ve İtalya'nın en has yönetmenlerinden Sergio Leone'yi ziyaret edelim. Başyapıtı Bir Zamanlar Amerika/Once Upon A Time In America filminde, 'tüyü bitmemiş' ergen kapı önünde yollu bir kız için aldığı pastayı tutmaktadır. Kıza verecektir pastayı, kız da kendisine. Ancak sonunda dayanamaz, her şeyi boş verip pastayı yiyip bitirir kapı önünde. Bu filmden tam yirmi yıl önce çekilen Sophia Loren'in parlattığı Matrimonio All'İtaliana/İtalyan Usulü Evlilik de ise güzel bir sahne de olsa; önlerine yalnızca pasta konmuştur çocukların. Çocuklar da pastayı iştahla yüzlerine, gözlerine bulaştırarak yerler.

Üç film arasında; samimiyet olarak değil ama insanın içinde hissettirdiği duygular anlamında fark bu bence. Filmleri izlemeyip, yalnızca bu üç sahneyi seyredenler bile; bu filmler arasındaki farkları, derinlikleri, benzerlikleri bulabilir kanımca.

21 Nisan 2009 Salı

19 Nisan 2009 Pazar

The Elephant Man: Fırtınalı Bir Hayat


Filmi izleyeli neredeyse bir yıl oluyor. Ancak hala The Elephant Man/Fil Adam hakkında düşününce içimde başka türlü bir kasvet, keder uyanıyor. Hani boğazda yumru bırakmak denir ya, demir leblebi hesabı... Büyük, som trajedi... Anthony Hopkins'in oynadığı doktor karakterinin, Fil Adam'ı ilk kez tam olarak gördüğünde gözlerinden akan yaş damlalarının sebebidir bu. Ağlamadık elbet, gözümüze toz kaçtı. Yahut da ''gözyaşımda saklısın ağlayamamam ki ben'' şarkısına eşlik ettik bir tarihte. Bunun üzerine, David Lynch demek lazım. William Hurt demek.. Çocukluğun soğuk gecelerini anmak lazım belki de.

17 Nisan 2009 Cuma

12 Nisan 2009 Pazar

Ostre Sledovane Vlaky: Silah Yüklü Kervanlar

Kamyonlar Kavun Taşır Ve Ben
Boyuna Onu Düşünürdüm
Kamyonlar Kavun Taşır Ve Ben
Boyuna Onu Düşünürdüm
Niksar'da Evimizdeyken
Küçük Bir Serçe Kadar Hürdüm

Sonra Alem Değişiverdi
Ayrı Su Ayrı Hava Ayrı Toprak
Sonra Alem Değişiverdi
Ayrı Su Ayrı Hava Ayrı Toprak
Mevsimler Ne Çabuk Geçiverdi
Unutmak Unutmak Unutmak

Anladım Bu Şehir Başkadır
Herkes Beni Aldattı Gitti
Anladım Bu Şehir Başkadır
Herkes Beni Aldattı Gitti
Yine Kamyonlar Kavun Taşır
Fakat İçimde Şarkı Bitti

11 Nisan 2009 Cumartesi

Brúðguminn: Evlilik Vaktiyle Bir İhtimaldi Ve Çok Güzeldi


İstanbul'da festival tadı başkadır. Bu sene, geç de olsa teşrif edebildim İstanbul Film Festivali'ne. Çok fazla film seyrettim diyemem ama bu filmi ivedilikle yazmak isterim. Brúðguminn/Belalı Düğün, benim için tam da festivalin aynası bir film. Festival diye baktığımda aynaya, söyle senden daha güzeli var mı diye sorduğumda; bana bu filmlerle cevap versin. Vizyonda görmek mümkün değil, sağda solda duymak, internette farketmek epey güç ve bulup indirmek de imkansıza yakın. Ama festival var, iyi ki de var ve biraz da bu yüzden var. Her şeyden evvel hikayesi, derinliği ve samimiyetiyle etkileyen bir film. İzlanda doğası, 'puslu manzaralar' ve kırlangıçlar benzersiz. Buna bir de müzik, 'ucundan azcık' kurgu oyunları ve altmetin de eklenince tam da festivallik bir film ortaya çıkmış. Müzikler hoş, oyuncular da öyle. Şehir sıcak ama bu film insanı salonda tutar. Emek'te, filmin evvelinde John Malkovich kardeşi de gördük, selam ettik buradan.

5 Nisan 2009 Pazar

W.R.-Misterije Organizma: Kakofoni

Uzun zamandır filmleri İngilizce altyazıyla izliyorum. Hem dilim gelişsin, hem de pratik olsun hesabı; ''dil, din, ırk'' ayırt etmeden önüme gelene aynı muameleyi yapıyorum genelde. Bazı filmleri Türkçe altyazıyla izlemek durumunda kalıyorum elbet. Sözgelimi Woody Allen filmleri... Filmlerinde o kadar çok diyalog, gönderme vs. var ki, Türkçe izlerken bile geç algılayabileceğim şeyler İngilizce olarak gayet kasıyor. Bu pek de tanınmayan film için İngilizce altyazı biraz da zorunluluktu ama sonuç beklentimin de dışında oldu. İzlerken epey zorlandım W.R.-Misterije Organizma/Organizmanın Sırları'nı; bu durumun da eklenmesiyle zaten bayık olan film iyice sıkıcı hale geldi. Zira fena halde didakti ve ötesi belgesel türeviydi. Dedikten sonra, kötüleme seansına ikinci paragrafla devam edeyim.
Film, Freud yamağı Marksist psikanalist Wilhelm Reich'in çalışmalarını esas alıyor. Haliyle de orgazmdan, cinsellikten, anatomiden bahsediyor. Fakat bununla kalsa iyi; sosyalizm, kapitalizm, komünizm, faşizm ve aklına ne gelirse onun eleştirisini yapıyor. Hepsini bir potaya yedirebilmiş de değil üstelik. Hani ilk filmlerini çeken yönetmenlerde görülür, acemiliktendir. Kafalarındaki her şeyi ilgili-ilgisiz, belli bir öze oturtmadan kadraja dökmek isterler. Ancak sonuç ekseriyetle hüsran olur; ortaya müthiş bir kakofoni, yapaylık ve dağınıklık çıkar. Bu filme de bu olmuş işte. Tecrübeli olarak adlandırılabilecek(!) Dusan Makavejev resmen kafasına göre çalmış, oynamış. Üstelik görsel estetik ve sanatsal üslup anlamında Andy Warhol filmlerine 'kağıdını aç da bakayım' demiş gibi. Ben de 'neyse ne' diyorum ve daha da agresife bağlamadan postu sonlandırıyorum.

2 Nisan 2009 Perşembe

Shine: Shine On You Crazy Diamond

Genç Olduğun Zamanları Hatırla
Güneş Gibi Parlıyordun Hani
Parılda Be Çılgın Işığım
Şimdi Bakışlarında Bir Boşluk Var
Gökyüzünde Kara Delikler Gibi
Parılda Artık Çılgın Işığım

Çocukluk Ve Yıldızlık Arasında Kaldın
Çelikten Rüzgarlar Esti Hep
Artiz Kahkaların Hedefi Olan Sen
Gel Efsanem, Yabanım, Delikanlım!
Gel Ve Parla

Sırra Eriştin
Ağladın Sonra Ay'a Bakarak
Çılgın Elmasım Parılda
Gece Gölgeler Geldi Sana
Ve Işığa Maruz Kaldın Sonra
Öyleyse Parla Sen Çılgın Işığım
Misafirliğinden Yedin Hep
Kafana Göre Ziyaretlerin
Ve Resmen Çelik Rüzgarlar Estirmenle
Gel Buraya Alemci, Boyacı, Hapishane Kaçkını Seni!

Hiç Kimse Nerede Olduğunu Bilmiyor
Yer Yarıldı İçine Girdin Sanki
Şimdi Parıldasana Çılgın Elmasım!
Her Şey Üst Üste Yığılmış
Anılar Saçılmış Odaya Her Yere
Ama Biliyorum, Seninle Birlikte Orada Olacağım
Parıldayabilirsin Artık Çılgın Elmas
Ve Biz Avunacağız Geçmişin Zaferleriyle
Çelikten Rüzgarlar Esecek
Gel Sen Delikanlım
Kazananım, Kaybedenim
Gerçek Ve Düş Üstüne
Parılda!

(epey) serbest çeviri

27 Mart 2009 Cuma

26 Mart 2009 Perşembe

Ascenseur Pour L'Echafaud: Asansör Fantezisi

Efsane deniz adamı Kaptan Jacques-Yves Cousteau ile birlikte çektiği Oscarlı Le Monde Du Silence/Sessiz Dünya adlı belgeseli saymazsak, Louis Malle'ın ilk kurgusal uzun metraj başyapıtıdır Ascenseur Pour L'Echafaud/İdam Sehpası. Bu filmi o dönem seyreden sinemacıların, özellikle Fransız büyükleri Godard ve Truffaut'nun gözünü de epey açmıştır. Zira kurgu anlamında ve müziklerindeki Miles Davis etkisi bakımından bir şaheser, suçun karanlık doğasına çarpıcı bir bakış ve benzerine bugün bile rastlanamayacak derecede farklı bir olay örgüsü... Filme dair getirilebilecek eleştirilerde ise, temposunun çok da yüksek olmaması ve nedense eserin içine sinmiş serin bir havanın bulunması öne çıkarılabilir. Yine de tüm bunlar filmin ustalığına şapka çıkarmaktan mahrum bırakmasın bizi. Çıkarayak bloğa da bir not bırakırım; ''Şapkamı almaya gittim, gelicem.''

The Curios Case Of Benjamin Button: Çok Tuhaf Soruşturma

Odamda otururken bir film hakkında yazı yazayım diye düşündüm. Aklıma birçok film geldi ama birden The Curious Case Of Benjamin Button/Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi'ni yazmak istedim. Son zamanlarda iyice aklımdan çıkmıştı film. Hatta Slumdog Millionaire/Milyoner'i izleyince ödülün bu filme gitmesine çok da üzülmemiştim. Gayet güzel bir filmdi çünkü ve ödüllendirilmek hakkıydı. Ancak içten içe Benjamin Button'un kazanmasının haklı olacağını düşünüyordum. Bu kişisel bir tercih tabi. Hakeza ödül dağılımının ve aradaki farkın da bu derece büyük olmasını hazmedemedim. Bu ise genel yorumum. Ödül gecesi henüz Milyoner'i izlemediğimden açık ara Benjamin Button'u tutuyordum ve sonuçlar beni son derece irrite etti. Oysa gece öncesi tahminlerim ve isteklerim hep o yöndeydi. Çünkü Benjamin Button bende büyük bir etki yaratmıştı. Hele sonlarında adeta gözlerim dolmuştu. Çok etkileyici bir filmdi. Brad Pitt ve Cate Blanchett de oldukça etkileyici performanslar sergilemişti. Ortalarında Brad Pitt gençleşmeyince hafiften sıkar gibi oldu ama yine de gayet iyi toparlamayı bildi. Başlarındaysa filmi en önden izlediğimiz için 'nasıl geçecek bu üç saatlik film' bakışı vardı ve alınan duyumlar da böyle bir ön yargıyı oluşturmuştu. Yine de filmi izlemeden önce pek birşey okumamaya gayret göstermiştim. Biliyordum da David Fincher'dan kötü bir şey çıkmayacağını. Hem bu film için de ciddi anlamda beklenti vardı kendisinden. Zira Fincher-Pitt ortaklığıyla uzun süredir beklenen bir projeydi. Üstelik kayıp kuşağın mühim yazarı Scott Fitzgerald'ın kısa hikayesinden uyarlanacaktı. 1920'lerde yazmıştı bu hikayeyi Fitzgerald. Acaba hikayeyi yazmadan evvel, odasında belki de kahvesini yudumlarken ne düşünüyordu?

25 Mart 2009 Çarşamba

Jeux D'Enfants: Karton Amelié


Film, neşeli Charles Aznavour şarkıları gibi... Evden çıkasınız, kırlarda koşasınız, büyükannenize kurabiye götüresiniz geliyor. Ormanda üstelik kurt da yok fakat ''insan, insan kurdudur'' derler ya hani, bu ikili de birbirinin kurdu. Marion Cotillard ve Guillaume Canet ikilisi çocukluklarından beri türlü şaklabanlıklara imza atan bir çift su samuru. Ama sevimliler, özellikle Marion Cotillard cephesi sempatisiyle filmin yükünü çekmiş. Jeux D'Enfants/Cesaretin Var Mı Aşka elbette abartılı, gerçek dışı ve masaldan da masalsı. Ama 'gideri var' ve gayet izletiyor. Bu yüzden de başlıkta yaptığım şeyi, postta yapmıyorum ve filmi yemekten imtina ediyorum. Sonra avcı gelecek, çıkarmaya falan kalkacak, arıza çıkacak. Hiç işin yoksa uğraş dur. Tatsızlık işte...

24 Mart 2009 Salı

23 Mart 2009 Pazartesi

Slumdog Millionare: Arda Turan Oley!

Geri döndüm. Yorgunum hancı. Günler sıkıcı, upuzun geçti. Şuraya bir yatak ser ama karanlığı görmesin gözüm. Güpgüzel günler isterim çünkü bundan sonra. Keyifli bir filmle devam edeceğim. Herkes yazdı o yüzden çok da derinine girmeyeceğim. Slumdog Millionaire/Milyoner'i evvelden seyretmiştim. Elbet sevdim. Zaten 'sevmeyen ölsün' havası da taşıyor film. Ama izleyiciye istediğini verirken abartmış mı yoksa tadında mı olmuş tartışmaya açık. Bir de oyuncularının epey az paraya çalıştığı gibi duyumlar da var. Neyse bardağın dolu tarafında, Hint içeceği Lassi var. Diğer Lassi'lerden pek farkı yok aslında. Ancak İngiliz bardağı ve servis biçimiyle sunulması farkı yaratmış. Sondaki dans Bollywood parodisi mi olmuş? Bu söylem hiç söylenmediyse bile on binleri bulmuştur. Peki ya başroldeki Dev Patel ne kadar Arda Turan'a benziyor? Bak bu, milyonları bulmuştur. İyi madem kim milyoner olmak ister yarışması neden yeniden yayınlanmıyor? Bu tespit kaçları bulmuş tahmin edemedim. En azından program yapımcılarını bulup harekete geçirmediğinden eminim. Oysa gönül isterdi, Kenan Işık'ı hafta sonuna doğru mesai bitimine yakın sekreterle basılan, pazar günü berbere gittiğinden kirli sakala geçmiş, gri takım elbiseli andropoz müdür tavırlarıyla tekrar o sahnede görmek. Ah bir de boynunu görebilseydim...