Kadehlerdeki Dudak İzleri
26 Temmuz 2010 Pazartesi
Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Oldu
26 Temmuz 2009 Pazar
Ice Age 3: Boğazın 'Buz Gibi' Sularından
24 Temmuz 2009 Cuma
Twilight
Twilightmanianın ne serisine, ne popularitesine bulaşmamış biri olarak izledim filmi. Açıkçası film Radiohead videoklipleri görselliğinde ki, filmin sonunda çalan In Rainbows'tan 15 Steps de durumun apaçık işareti. Bunun dışında, MTV/VH1 ergenleri için cool ya da kıyak olabilse de konsantre Smallville olmaktan öteye geçmedi film benim için. İmdb'den bu kadar düşük-şu an için 6.0- almayı da haketmiyor gerçi ama serinin yeni filmi Twilight Saga da çıkacak ve bu seri de böyle uzayacak ya fuckin' waste diyorum.
20 Temmuz 2009 Pazartesi
Ferris Bueller's Day Off: Twist And Shout
16 Temmuz 2009 Perşembe
13 Temmuz 2009 Pazartesi
Paper Moon: Ayın Merkezine Yolculuk
12 Temmuz 2009 Pazar
Rushmore: My First Sex Teacher
10 Temmuz 2009 Cuma
Devrim
Devrim bir semboldü işte; bu 'yalnız ve güzel ülkenin' modernleşmeyle imtihanının bir sembolü, hüzünlü hikayesi ve acı gerçeğiydi. Vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
7 Temmuz 2009 Salı
6 Temmuz 2009 Pazartesi
Stroszek: Aklımın İplerini Saldım
Göçmenlik, güçsüzlük, yoksulluk, yoksunluk gibi gri, 'puslu manzalar'a dair bir Werner Herzog demir leblebisi. Ne yenilir, ne yutulur olayının da ötesinde taşınmıyor bile. Gerçekten ağır, yoğun bir demir leblebi bu. Başrolünde oynayan Bruno S.'in kendi hayatından çeşitli kesitlerin yer aldığı film, karamsarlığıyla insanın canını sıkıyor. Bu eğlence karşıtı can sıkıntısı anlamında değil; içten, canda bir sıkıntı hali oluyor filmle ilgili. Amiyane tabirle 'alışmadık götte don durmaz' temelli yapısı, yankee diyarında dans eden ve piyano çalan tavuklarla sona ermesi ve film boyunca akan hüzünlü, güzel müzikleriyle kuşkusuz acı bir film. Herzog, filmleri tüketip unutmaya alışmış bünyelere demir leblebisiyle 'orada bir dur hele' diyor.
4 Temmuz 2009 Cumartesi
The Philadelphia Story: It Had To Be You
3 Temmuz 2009 Cuma
The Ox-Bow İncident: Darağacında Üç Fidan
2 Temmuz 2009 Perşembe
Le Scaphandre Et Le Papillon: All The World Is Green
Filmi bu kadar güzel ve anlamlı kılan soundtrackinin şerefine kaldırıyorum kadehimi! Al The World Is Green, La Mer, Green Grass gibi şarkılarla akla ve kalbe nakletti bu film kendisini. İçerik babında biraz zayıf olsa da, yönetmenlik açısından vasat bir kariyer çizen Julian Schanabel'in açık ara doruk noktası olan Le Scaphandre Et Le Papillon/Kelebek Ve Dalgıç Giysisi naifliği, sakinliği ve gerçek hayattan uyarlanmış nedeniyle insanın içini buruyor. Bunun üzerine de kadeh kaldırılmaz işte. Sam, As Time Goes By'ı çalmıyor çünkü...
1 Temmuz 2009 Çarşamba
Mujeres Al Borde De Un Ataqué De Nervios: Aşk, Raks, Entrika
Zil Şal Ve Gül
Bu Bahçede Raksın Bütün Hızı
Şevk Akşamında Endülüs Üç Defa Kırmızı
Aşkın Sihirli Şarkısı Yüzlerce Dildedir
İspanya Neşesiyle Bu Akşam Bu Zildedir
Yelpaze Çevrilir Gibi Birden Dönüşleri
İşveyle Devriliş Örtünüşleri
Her Rengi İstemez Gözümüz Şimdi Aldadır
İspanya Dalga Dalga Bu Akşam Bu Şaldadır
Alnında Halka Halkadır Aşüfte Kakülü
Göğsünde Yosma Gırnatanın En Güzel Gülü
Altın Kadeh Her Elde Güneş Her Gönüldedir
İspanya Varlığıyla Bu Akşam Bu Güldedir
Raks Ortasında Bir Durup Oynar Yürür Gibi
Bir Baş Çevirmesiyle Bakar Öldürür Gibi
Gül Tenli Kor Dudaklı Kömür Gözlü Sürmeli
Şeytan Diyor Ki Sarmalı Yüz Kere Öpmeli
Gözler Kamaştıran Şala Meftun Eden Güle
Her Kalbi Dolduran Zile Her Sineden "Ole!"
30 Haziran 2009 Salı
Desperate Living: Yaşamak Mı Bu? Hayat Mı Bu?
29 Haziran 2009 Pazartesi
27 Haziran 2009 Cumartesi
Otobüse Merhamet
Şunu söylemek gerek; Tunç Okan büyük bir iş başarmış. Filmin her adımına; senaryo, yönetim, kurgu, oyunculuk vb. imzayı çakmış. Tuncel Kurtiz ise o esnada çok yüreğe hançer saplamakla meşgulmüş meğer. O nasıl bir 'bizim otobüsü gördün mü gardaş' demektir? Yüreksöken bir oyunculuktu ve film, Zülfü Livaneli'nin de müzikleriyle unutulmaz bir hale geldi.
22 Haziran 2009 Pazartesi
Caché: Gizli Bahçede Açan Çiçekler
21 Haziran 2009 Pazar
20 Haziran 2009 Cumartesi
Le Notti Bianche: Beyaz Geceler
Saç Bağın Düştü Gelin Diloy Loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Laf Anlamaz Ne Çare
Eğil Bir Yol Öpeyim
Gençliğim Geçti Gelin Diloy Loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Söz Anlamaz Ne Çare
Köprüden Geçemiyom
Az Doldur İçemiyom Diloy loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Söz Anlamaz Ne Fayda
Sen Benden Geçtin Ama
Ben Senden Geçemiyom Diloy Loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Söz Anlamaz Ne Fayda
Diloy Diloy Diloy Diloy Loy
Haldan Bilmez Diloy Loy
Söz Anlamaz Ne Fayda
19 Haziran 2009 Cuma
Nueve Reinas: Ziyaa Ziyaa!
18 Haziran 2009 Perşembe
13 Haziran 2009 Cumartesi
Down By Law: Dosta Doğru
5 Haziran 2009 Cuma
The History Of Violence: Şiddet Eski Bir Yalan, Habil İle Kabil'den Kalan
4 Haziran 2009 Perşembe
Suspiria: Korkma, Beni De Korkutacaksın
24 Mayıs 2009 Pazar
Week End: Bu Ne Biçim Hikaye Böyle? Hasta Mısın Nesin Bana Söyle?
12 Mayıs 2009 Salı
The Wrestler: Gönüllerin Şampiyonu
Yılın esaslı filmi Clint Amca'nın The Mystic River/Gizemli Nehir'ine ise ayıp olmasın diye, oyuncu ödülleri verildi. Tam bir peşkeş mantalitesiyle dağıtılan ödüller sonucunda Sean Penn ve Tim Robbins de oscarlandı. Aslında iki oyuncu da performanslarıyla Oscar'ı sonuna dek hakediyordu. Ancak Bill Murray, biraz da dış mihrakların etkisiyle 'kader kurbanı' oldu ve Sean Penn'e tosladı. Aslında bu noktada başka bir hikaye daha var ama onu da Mystic River postuna saklayalım. Ve artık bu seneye gelelim. Sinema tarihinin tuhaf yaşam çizgilerinden birine sahip Mickey Rourke'un da kariyerinin Akademi tarafından alkışlandığı ilk sahneydi bu. Üstelik kamuoyu tarafından da 'aklanmıştı' artık Rourke. Ancak yine Sean Penn'e denk gelindi işte. Tıpkı Murray gibi, Rourke da belki de bir daha hiç bu ödüle aday gösterilmeyecek. Gösterilse dahi ödüle bu kadar yakın olamayacak ancak yine de onları 'gönüllerin şampiyonu' olarak akla ve bloğa naklettik. Filme geçelim. The Wrestler/Şampiyon tamamen farklı bir konuyu anlatsa da bir anlamda Rourke'un günah çıkarması olmuş. Bu nedenle de dramatik olması elbette kaçınılmazdı. Peki ya yönetmen? Darren Aronofsky ayrı parantezi ister. Rourke'a gösterdiği ihtimam ve ona bir şans daha vererek, bir daha hiç başrol göremeyeceğimizi sandığımız bu oyuncuya böyle bir rol vermesi son derece incelikli. Rourke da bu güveni hiç boşa çıkarmamış; fiziksel/mental anlamda, Raging Bull/Kızgın Boğa ile sinema tarihinin en hayvani, en deli performanslarından birini sergileyen De Niro'yu anımsatan bir portre çizmiş. Belki çok derinlikli değil ancak yine de film 'olmuş' işte. Hele ki son sahnesiyle kendi çapında, kanımca unutulmaz olmayı da başarıyor.
9 Mayıs 2009 Cumartesi
8 Mayıs 2009 Cuma
Blue Velvet: Kadifeden Kesesi
2 Mayıs 2009 Cumartesi
Üvey Ana Gibi Yar Olmaz
26 Nisan 2009 Pazar
Il Conformista: Comfortably Numb
Il Conformista/Konformist; Mussolini'nin faşizan İtalya'sında, karşıt görüşlere tahammülü olmayan faşist 'derin' güçlerin toplumla olan çatışmalarını ve bu ortamda yeşeren konformist/pragmatik bir karakterin siyasete, aile kurumuna, din-birey/kadın-erkek ilişkilerine ve bir Bernardo Bertolucci klasiği olarak cinselliğe ve özgürlüklere dair bakışını, yaşadıklarını anlatan, soran-sorgulayan, buradan da çeşitli analizlere ulaşan cinsellik ve siyaset temalı bir filmdir.
''Yanisi'' bu tarz entel yorumlara ve fotoğraflara aldanmayın, feci sıkıcı bir filmdir.
24 Nisan 2009 Cuma
Matrimonio All'İtaliana: Pasta Yeme Sanatı
21 Nisan 2009 Salı
19 Nisan 2009 Pazar
The Elephant Man: Fırtınalı Bir Hayat
17 Nisan 2009 Cuma
12 Nisan 2009 Pazar
Ostre Sledovane Vlaky: Silah Yüklü Kervanlar
Kamyonlar Kavun Taşır Ve Ben
Boyuna Onu Düşünürdüm
Kamyonlar Kavun Taşır Ve Ben
Boyuna Onu Düşünürdüm
Niksar'da Evimizdeyken
Küçük Bir Serçe Kadar Hürdüm
Sonra Alem Değişiverdi
Ayrı Su Ayrı Hava Ayrı Toprak
Sonra Alem Değişiverdi
Ayrı Su Ayrı Hava Ayrı Toprak
Mevsimler Ne Çabuk Geçiverdi
Unutmak Unutmak Unutmak
Anladım Bu Şehir Başkadır
Herkes Beni Aldattı Gitti
Anladım Bu Şehir Başkadır
Herkes Beni Aldattı Gitti
Yine Kamyonlar Kavun Taşır
Fakat İçimde Şarkı Bitti
11 Nisan 2009 Cumartesi
Brúðguminn: Evlilik Vaktiyle Bir İhtimaldi Ve Çok Güzeldi
5 Nisan 2009 Pazar
W.R.-Misterije Organizma: Kakofoni
Film, Freud yamağı Marksist psikanalist Wilhelm Reich'in çalışmalarını esas alıyor. Haliyle de orgazmdan, cinsellikten, anatomiden bahsediyor. Fakat bununla kalsa iyi; sosyalizm, kapitalizm, komünizm, faşizm ve aklına ne gelirse onun eleştirisini yapıyor. Hepsini bir potaya yedirebilmiş de değil üstelik. Hani ilk filmlerini çeken yönetmenlerde görülür, acemiliktendir. Kafalarındaki her şeyi ilgili-ilgisiz, belli bir öze oturtmadan kadraja dökmek isterler. Ancak sonuç ekseriyetle hüsran olur; ortaya müthiş bir kakofoni, yapaylık ve dağınıklık çıkar. Bu filme de bu olmuş işte. Tecrübeli olarak adlandırılabilecek(!) Dusan Makavejev resmen kafasına göre çalmış, oynamış. Üstelik görsel estetik ve sanatsal üslup anlamında Andy Warhol filmlerine 'kağıdını aç da bakayım' demiş gibi. Ben de 'neyse ne' diyorum ve daha da agresife bağlamadan postu sonlandırıyorum.
2 Nisan 2009 Perşembe
Shine: Shine On You Crazy Diamond
Güneş Gibi Parlıyordun Hani
Parılda Be Çılgın Işığım
Şimdi Bakışlarında Bir Boşluk Var
Gökyüzünde Kara Delikler Gibi
Parılda Artık Çılgın Işığım
Çocukluk Ve Yıldızlık Arasında Kaldın
Çelikten Rüzgarlar Esti Hep
Artiz Kahkaların Hedefi Olan Sen
Gel Efsanem, Yabanım, Delikanlım!
Gel Ve Parla
Sırra Eriştin
Ağladın Sonra Ay'a Bakarak
Çılgın Elmasım Parılda
Gece Gölgeler Geldi Sana
Ve Işığa Maruz Kaldın Sonra
Öyleyse Parla Sen Çılgın Işığım
Misafirliğinden Yedin Hep
Kafana Göre Ziyaretlerin
Ve Resmen Çelik Rüzgarlar Estirmenle
Gel Buraya Alemci, Boyacı, Hapishane Kaçkını Seni!
Hiç Kimse Nerede Olduğunu Bilmiyor
Yer Yarıldı İçine Girdin Sanki
Şimdi Parıldasana Çılgın Elmasım!
Her Şey Üst Üste Yığılmış
Anılar Saçılmış Odaya Her Yere
Ama Biliyorum, Seninle Birlikte Orada Olacağım
Parıldayabilirsin Artık Çılgın Elmas
Ve Biz Avunacağız Geçmişin Zaferleriyle
Çelikten Rüzgarlar Esecek
Gel Sen Delikanlım
Kazananım, Kaybedenim
Gerçek Ve Düş Üstüne
Parılda!
27 Mart 2009 Cuma
26 Mart 2009 Perşembe
Ascenseur Pour L'Echafaud: Asansör Fantezisi
Efsane deniz adamı Kaptan Jacques-Yves Cousteau ile birlikte çektiği Oscarlı Le Monde Du Silence/Sessiz Dünya adlı belgeseli saymazsak, Louis Malle'ın ilk kurgusal uzun metraj başyapıtıdır Ascenseur Pour L'Echafaud/İdam Sehpası. Bu filmi o dönem seyreden sinemacıların, özellikle Fransız büyükleri Godard ve Truffaut'nun gözünü de epey açmıştır. Zira kurgu anlamında ve müziklerindeki Miles Davis etkisi bakımından bir şaheser, suçun karanlık doğasına çarpıcı bir bakış ve benzerine bugün bile rastlanamayacak derecede farklı bir olay örgüsü... Filme dair getirilebilecek eleştirilerde ise, temposunun çok da yüksek olmaması ve nedense eserin içine sinmiş serin bir havanın bulunması öne çıkarılabilir. Yine de tüm bunlar filmin ustalığına şapka çıkarmaktan mahrum bırakmasın bizi. Çıkarayak bloğa da bir not bırakırım; ''Şapkamı almaya gittim, gelicem.''